NUTUK
Savaş Cephelerinin Durumu
Savaş Cephelerinin Durumu
Baylar, Meclisin açıldığı ilk günlerde, cephelerin ne durumda olduklarını da hep birlikte bir kez daha hatırlayalım:
1- İzmir Yunan
Cephesi :
Biliyorsunuz ki, Yunanlılar İzmir'e çıktıkları zaman orada On Yedinci Kolordu Komutanı olarak, karargâhıyla Nadir Paşa bulunuyordu. Kuvvet olarak, Yarbay Hurrem Bey komutasında 56'ncı Tümenin iki alayı vardı. Bu kuvvet özellikle, kolordu komutanının buyruğuyla, savaşa sokulmaksızın, onur kırıcı davranışlar altında, Yunanlılara teslim edilmiştir, Bu tümenin bir alayı (172'nci Alay) Ayvalık'ta bulunuyordu. Komutanı Yarbay Ali Bey idi (Afyonkarahisar Milletvekili Albay Ali Bey).
Yunan ordusu işgal bölgesini genişletirken Ayvalık'a da asker çıkardı. Ali Bey, bu Yunan kuvvetine karşı 28 Mayıs 1919'da savaşa girişti. Bugüne değin Yunan birlikleri hiçbir yerde ateşle karşılaşmamıştı. Tam tersine, kimi kent ve kasabalar halkı korkutulmuş ve İstanbul Hükümetinin buyruklarına uyarak, büyük görevliler başta olmak üzere, Yunan birliklerini özel kurullarla karşılamışlardı. Ali Bey'in, Ayvalık bölgesinde savaş cephesi kurması üzerine, yavaş yavaş Soma'da, Akhisar'da, Salihli'de ulusal cepheler kurulmaya başlamıştı.
5 Haziran 1919'dan başlayarak
Albay Kâzım Bey
(Meclis Başkanı Kâzım Paşa Hazretleri), Balıkesir'deki
61'inci Tümenin komutasını vekil olarak üzerine almıştı.
Daha sonra Ayvalık, Soma, Akhisar kesimlerinden meydana gelen Kuzey Cephesi
komutanlığını yapmıştı. Fuat Paşa'nın
Batı Cephesi Komutanlığına atanmasından sonra Kâzım
Bey'e Kuzey Kolordusu Komutanlığı makam ve yetkisi verildi. Aydın
bölgesinde, düşmanın İzmir'e girişinden sonra asker ve
halktan kimi yurtseverler, Yunanlılara karşı çıkıyor;
halkı yüreklendirmek ve silahlı ulusal örgütler kurmak için çalışıyorlardı.
Bu arada, ad ve kılık değiştirerek İzmir'den o bölgeye
gitmiş olan Celâl
Bey'in (İzmir Milletvekili Celâl Bey) çaba ve özverisi anılmaya
değer. 15/16 Haziran 1919 gecesi Ali Bey'in Ayvalık'tan gönderdiği
kuvvetler, Bergama'daki Yunan kuvvetlerini bir baskınla ortadan kaldırmışlardı.
Bu baskına Balıkesir ve Bandırma'dan gönderilen kuvvetler de bir
bölümüyle katılmıştı. Bu olay üzerine Yunanlılar dağınık
ve zayıf birliklerini geri çekip toplamak gereğini duydular. Bu arada
Nazilli'yi de boşalttılar. Düşman bu nedenle Aydın'da da
hazırlıkta bulunurken çevreden toplanan halk kuvvetleri bunları
sıkıştırmaya başladı. Yunanlılarla halk arasında
sert bir çarpışma oldu. Sonunda Yunanlılar Aydın'ı da
boşaltıp çekildiler.
Böylece, 1919 yılı
Haziran ortalarında, Aydın Cephesi de kuruldu. Bu bölgede bulunan
57'nci Tümenin Komutanı Albay Mehmet Şefik Bey ve Tümen Topçu
Komutanı Binbaşı Hakkı Bey idi; alay komutanlarından
Binbaşı Hacı Şükrü Bey ve ulusal kuvvetlerin başında
Yörük Ali Efe
ile Demirci Mehmet Efe
vardı. Sonunda, Demirci Mehmet Efe üstünlük sağlayarak Aydın
Cephesi Komutanlığını eline aldı. Daha önce yeri geldiğinde
bildirmiştim ki, sonradan oraya gönderdiğim Albay Refet Bey (Refet Paşa)
de, Demirci Mehmet Efe'nin komutanlığını kabul eylemiştir.
Baylar, İzmir'in
çeşitli kesimlerinde kurulan ve yavaş yavaş subaylarla ve ordu
birlikleriyle güçlendirilmesine çalışılan ulusal
cephelerin beslenmeleri doğrudan
doğruya o bölge halkınca sağlanıyordu. Bunun için de cephe
gerilerinde ulusal örgütler kurulmuştu. Bu ödevin halktan hükümete geçişi, Büyük Millet
Meclisi Hükümetinin kuruluşundan sonra sağlanabilmiştir.
2- Güney Fransız
Cephesi:
a- Fransız
birliklerine karşı, doğrudan doğruya Adana bölgesinde;
Mersin, Tarsus, İslâhiye bölgelerinde ve Silifke dolaylarında ulusal
kuvvetler kurulmuş ve bunlar çok yiğitçe işe başlamışlardı.
Doğu Adana bölgesinde "Tufan Bey" sanı ile eyleme geçen Yüzbaşı
Osman Bey'in yiğitlikleri anılmaya değer. Ulusal birlikler,
Mersin, Tarsus, Adana şehirlerinin kapılarına dek sokuldular ve
buralarda üstünlük sağladılar. Pozantı'da Fransızları
kuşattılar ve geri çekilmek zorunda bıraktılar.
b-
Maraş'ta, Antep'te,
Urfa'da önemli savaşlar ve çarpışmalar oldu. Sonunda işgal kuvvetleri buralardan çekilmek zorunda bırakıldılar.
Bu başarıların kazanılmasında başlıca etmen
olan Kılıç Ali ve Ali Saip Beylerin
adlarını anmayı ödev sayarım.
Fransızların
işgal bölgelerinde ve cephelerde ulusal kuvvetler her gün daha sağlam
olarak örgütleşiyorlardı. Ulusal kuvvetler ordu birlikleriyle de
desteklenmeye başlanmıştı. İşgal kuvvetleri her yönden
sıkı ve sert bir biçimde zorlanıyordu.
Baylar, bu durum üzerine
Fransızlar, 1920 Mayısından başlayarak bizimle ilişki
kurma ve görüşme yollarını aradılar. Önce, Ankara'ya
İstanbul'dan bir binbaşı ile bir sivil geldi. Bunlar önce İstanbul'dan
Beyrut'a gitmişler. Eski Van Milletvekili Haydar Bey bunlara kılavuzluk
ediyordu. Bu buluşma ve görüşmelerimizden işe yarar bir sonuç
çıkmadı; ama Mayıs sonlarına doğru Suriye Olağanüstü
Komiseri adına hareket eden Bay Düke (Duquest) (de Caix -du Caix?)
adında birinin başkanlığında bir Fransız kurulu
Ankara'ya geldi. Bu kurulla yirmi günlük bir ateşkes anlaşması
yaptık. Bu geçici ateşkes ile biz, Adana bölgesinin boşaltılmasına
bir başlangıç hazırlamak amacını güdüyorduk.
Baylar, bu Fransız
kurulu ile yaptığım yirmi günlük ateşkes anlaşmasına,
Büyük Millet Meclisi'nde kimi üyeler karşı çıktı. Oysa,
benim bu anlaşmayı kabul ile sağlamak istediğim noktalar
şunlardı:
Önce, Adana bölgesinde
ve cephelerinde bulunan ve bir bölüm askerle de desteklenen ulusal kuvvetleri
rahatça düzene sokmak istiyordum. Ulusal kuvvetlerin bu ateş kesme sırasında
dağılabileceklerini de göz önünde tutarak ateşkes bildirimini
yaparken birtakım önlemler alınmasını da buyurdum. Bundan
başka, baylar, önemli saydığım siyasal bir kazanç da elde
etmek istiyordum. Büyük
Millet Meclisi ve Hükümeti İtilâf devletlerince
elbette daha tanınmamıştı. Tersine, ülke ve ulusun alınyazısıyla
ilgili işlerde, İstanbul'daki Ferit Paşa Hükümeti ile ilişkide
bulunup işlem yapmakta idiler. Bundan dolayı, Fransızların
İstanbul Hükümetini bir yana bırakıp Ankara'da bizimle görüşmeleri
ve herhangi bir sorunda anlaşmaları, o gün için sağlanması
önemli siyasal bir nokta idi. Bu ateşkes görüşmesinde ulusal sınırımız
içinde olup Fransızların elinde bulunan bölgelerin tümünün boşaltılmasını
açık ve kesin alarak istedim. Fransız delegeler bu konuda yetki almak
üzere Paris'e gitmek zorunda olduklarını ileri sürdüler. Yirmi günlük
ateşkes anlaşması bir bakıma daha temelli bir anlaşma
yapmak için yetki alınmasına zaman bırakmak gibi sayıldı.
Baylar, bu görüşme ve konuşmalardan edindiğim izlenim, Fransızların
Adana ve dolaylarını boşaltacakları yolunda idi. Bu düşünce
ve inancımı Meclise bildirmiştim. Gerçi Fransızlar, ateşkes
anlaşmasının süresi bitmeden Zonguldak'ı işgal etmekle
anlaşmanın yalnız Adana bölgesi için olduğunu göstermek
istemişlerse de, biz bu davranışı, ateşkes anlaşmasını
bozmayı gerektirir saydık. Fransızlarla anlaşmamız bir
süre gecikti.
İstanbul Hükümeti'nin T.B.M.M. Hükümetiyle Anlaşmak İstemesi, İlk Zaferler ve Gelisen Diğer Olaylar
İstanbul,
Ankara İle İlişki Arıyor ve Bunu Nurettin Paşa Sağlamaya
Çalışıyor
Saygıdeğer
Baylar, 9 Mayıs 1920 günü Meclis'in gizli oturumunda
açıklama
yaparken ve Fransız görevlileri
ile kurullarının bizimle ilişki ve bağlantı kurma yolu
aradıklarını söylerken milletvekillerinden biri, (yanılmıyorsam
Çorum Milletvekili rahmetli Fuat Bey) "Birkaç günden beri İstanbul'un
bizim ile anlaşmak istediği söyleniyor; bu konuda bilgi verir
misiniz?" diye sordu.
Gerçekten, o
tarihten dört beş gün önce, İstanbul'da bulunan Leon adında
birisi Çanakkale üzerinden telle bizi aramıştı. Ankara'yı
bulduktan ve bizim
burada bulunduğumuzu anladıktan
sonra dediler ki: "Söyleyeceğimiz şeyler çok önemlidir. Onun için
konuşmayı geceye bırakalım. Ordu merkezleri de aradan çekilsinler."
O gece görüşmediler; ama, bir iki gece sonra yine aradılar. Bu kez
karşımıza çıkan kimse, eski İzmir Valisi Nurettin Paşa
imzasıyla bir tel yazdırdı. Bu telde şöyle deniliyordu:
"Ben, iki arkadaşımla birlikte, İstanbul'un sizinle anlaşmasına
aracılık etmeyi yurda yararlı sayıyorum. Buradaki hükümet
ve İngilizler bunu kabul ettiler. Sizin de kabul yanıtınızı
bekliyoruz."
Nurettin Paşa, telini Temsilciler Kurulu (Heyeti Temsiliye) Başkanlığına
yazmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve hükümetinin
kurulup çalışmaya başladığını ve Büyük
Millet Meclisi'nin varlığını ve yasallığını
saptayan Yurt Hainliği Yasasını bilmezlikten geliyordu. Nurettin
Paşa'nın telini, Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa Hazretlerine gönderdim. Kendisi Nurettin Paşa'ya karşılık
verdi. Bu karşılıkta: "Telinizi Temsilciler Kurulu Başkanlığına
çekmekle gerçek durumu daha öğrenememiş olduğunuz anlaşılıyor."
dedi ve durumu açıkladıktan sonra: "İstanbul'daki hangi
makam Ankara'da hangi makamla görüşmek istiyor?" diye sordu. Bu tele
imzasız olarak gelen yanıtta: "Teli yazan kişiler şimdi
burada değildir. Bunu bıraktılar, gittiler: Yarın saat onda
size bilgi veririz." deniliyordu. Bundan sonra Nurettin Paşa, ikinci
kez yine başvurdu. Bu kez: "Telgraf yazışmaları ile
anlaşamayacağımızdan siz, yetkili bir kurulunuzu İstanbul'a
gönderin, görüşelim ve anlaşalım." diyordu.
Baylar, biz de karşılık
olarak dedik ki: "Pek doğrudur, gerçekten telgrafla anlaşamayız;
ama siz Mudanya'ya geliniz ve ne zaman gelebileceğinizi de bildiriniz.
Bizim yetkilendireceğimiz kişiler de orada bulunur. Bursa'ya da
gereken yönerge verildi." Ondan sonra bir daha başvuran olmadı. Hoca Müfit Efendi
(Kırşehir); "Acaba gerçekten Nurettin Paşa mı
idi?" diye sordu. Ben de; "Evet gerçekten Nurettin Paşa."
karşılığını verdim.
Baylar, Nurettin Paşa
aracılığı ile İstanbul'dan gelen bu isteğin,
Anzavur'un Balıkesir bölgesinde yenildiği ve Bolu'da başarı
kazanmaya başladığımız günlere rastladığını
da belirtmeliyim.
Nurettin
Paşa Ankara'da
Baylar, Nurettin
Paşa'dan bir daha telyazısı
almadık. Ama kendisi Diyarbakırlı Kâzım Paşa ile
birlikte, 1920 yılı Haziranı ortalarında Ankara'ya geldi.
Bizimle işbirliği etmeden önce kimi konular üzerinde görüşümüzü
anlamak istediğini bildirdi. Bu konular şunlardı;
1.
Halifeliğe ve padişahlığa karşı düşünce
ve görüşümüz;
2. Bolşeviklik konusundaki görüşümüz;
3. İtilâf devletlerine karşı, özellikle İngilizlere
karşı dahi savaşa karar verip vermediğimiz.
Görüşme, Tarım
Okulu'ndaki karargâhımızın bir odasında geceleyin yapıldı.
Bu görüşmede, Nurettin Paşa ile birlikte gelen Kâzım Paşa'dan
başka, Fevzi ve İsmet Paşalar da bulunuyorlardı. Nurettin Paşa,
birinci ve ikinci sorulara aldığı yanıtları pek inandırıcı
bulmadı. Ama, özellikle üçüncü sorunun yanıtı uzun ve ateşli
tartışmalara yol açtı. Çünkü, biz demiştik ki amacımız, ulusal sınırlarımız içinde
toprak bütünlüğümüzü ve ulusun tam bağımsızlığını
sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak
kuvvet, kim ve ne olursa olsun hiç duraksamadan çarpışırız
ve başarı kazanırız. Bu konudaki karar ve inancımız
kesindir. İşte Nurettin Paşa, bir türlü buna inanamıyor ve
bunu kabul edemiyordu. Sonunda kendisine dedik ki; "Bu konuda görüşmeyi
kabul etmekle yeni inançlar edinmek ve kararlar almak söz konusu değildir.
Sen, bugüne değin ulusun, iyice belirmiş, gerçekleşmiş
inançlarına uyacaksın!" Ondan sonra, kendisine verebileceğimiz
uygun bir görev üzerinde konuşuldu. Kendisinin, "Konya Valisi ve
Konya Bölgesi Komutanı" adıyla Yunan cephesinin güneyindeki bölgenin
komutanı olmasını uygun gördük. Asıl Batı Cephesi için,
komutan olarak, Ali Fuat Paşa'yı 18 Haziran 1920'de görevlendirdik.
Baylar, o günlerde
Yunan cephesinde düşmanın hazırlıklarda bulunduğu anlaşıldığından
cephenin önemi arttı. Bu yüzden Nurettin Paşa'nın göreve
atanmasını sonuçlandırmadan ve kendisini görev yerine göndermeden,
ivedilikle Batı Cephesine gitmem gerekti. Nurettin Paşa'yı görevlendirme
işleminin bitirilmesini, Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa'ya bıraktım. Gerçekten düşman, bütün cephe üzerinde
saldırıya geçmişti. Bizim birliklerimiz çekiliyorlardı.
Nurettin Paşa, cephedeki elverişsiz durumu anlayınca İsmet
Paşa'ya, görev kabul edebilmek için birtakım koşulları
bulunduğunu ve hükümetçe bu konuda karar alınması gerektiğini
söylemiş. O koşullara göre hükümet, yurdun yönetiminde ve önemli
işlerde temelli ve kesin karar almadan önce Nurettin Paşa'nın düşüncesini
sormak ve onayını almak zorunda olacaktır. Çünkü Büyük
Millet Meclisi Hükümeti üyeleri, Tevfik Paşa ve benzeri gibi olgun yaşta
denenmiş kişiler olmayıp genç birtakım kimseler imiş.
İsmet Paşa, çok yadırgadığı bu düşünce ve
öneriyi hemen şifre ile bana bildirdi. Ben de Nurettin Paşa'nın,
kendisine görev vermek istediğim zaman söylemediği bu düşünceyi,
genel durumda başlayan bunalım üzerine ortaya atmasını
anlamlı buldum ve İsmet Paşa'ya verdiğim yanıtta
kendisine görev verilmemesini buyurdum. Nurettin Paşa'nın Yunan saldırısı
başladıktan iki gün sonra bana gönderdiği bir yazının
içindekileri dikkate değer bulmuştum. İsterseniz, bu yazıyı
yüce kurulunuza okuyayım:
Ankara
İstasyonu, 24 Haziran 1920
Büyük Millet Meclisi Yüksek Başkanlığına
Efendim Hazretleri,
Atanmış olduğum komutanlıktan ve valilikten çıkarılışımı ve bunun bildiriliş biçimini onur kırıcı buldum. Bir devlet adamının ileri sürdüğü yurt işleriyle ilgili bir düşünce ve görüşün tartışılmasına değil, dinlenmesine bile istek gösterilmemesini ve küçümsenmesini ve ilgili Büyük Millet Meclisi ile hükümetinin oylarını alıncaya dek bile katlanılıp beklenilmeyerek ya da, belki buna gerek görülmeyerek, iki üç kişi gibi az sayıda üyenin düşünce ve istekleriyle bu yolda işlem yapılmasında sakınca görülmemesini ve sonuç olarak, yurdun, eğer yanılmıyorsam, bu anlayışla yönetilmesini, ulus ve yurt için tehlikeli durumlardan saydığımı bilgilerinize sunmaya izin vermenizi yüksek başkanlığınızdan dilerim.
Bu koşullar içinde, görev almayı sakıncasız
ve işbirliği yapmayı yararlı göremediğim için,
memleketim olan Bursa'da oturmak üzere ilk tren ile Ankara'dan ayrılacağımı,
vedalaşma yerine geçmek üzere bilgilerinize sunarım efendim
hazretleri.
Nurettin
İbrahim
Baylar benim bu yazıya verdiğim yanıt da şu idi:
25
Haziran 1920
Tuğgeneral Nurettin Paşa'ya
24 Haziran 1920 günlü yüce yazıları yanıtıdır:
Söz konusu edilen komutanlık ve valilik görevi, Milli
Savunma ve İçişleri Bakanlıklarınca size resmi olarak daha
bildirilip verilmemişti. Bundan dolayı ne atanmış ne de ayrılmış
değilsiniz. Yalnız, size görev verilmesi tasarlanmış ve bu
konuda düşünceniz ve kabul edip etmeyeceğiniz sorulmuştu.
Atanmanız daha karara bağlanmadan, düşünce ve inançlarınızdaki
kararsızlığın Genelkurmay aracılığı ile
öğrenilmesi üzerine, atanmanızdan vazgeçilmesi Bakanlar Kurulunca
kararlaştırıldı. Böyle bir karar için, sandığınız
gibi, Büyük Millet Meclisi Genel Kuruluna gidileceği, eldeki yasalarımız
gereğinden değildir. Bursa'ya gitmenize ve orada oturmanıza
gelince, içinde bulunduğunuz askerlik mesleği dolayısıyla
bu iş için, yönteme göre, Milli Savunma Bakanlığı yüksek
katına başvurmanız gereği bildirilir efendim.
Büyük
Millet Meclisi Başkanı
Mustafa
Kemal
Nurettin Paşa
Bursa'ya değil, ama Taşköprü'ye gitmiş ve uzun süre orada kalmıştır.
Bundan sonra da kendisine yeniden birkaç konuda değineceğiz. O
konuları da sırasında gereği gibi açıklayacağım.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Dışişleri Üzerine Verdiği
İlk Karar: Moskova'ya Bir Kurul Gönderilmesi
Baylar, kurulan Büyük Millet
Meclisi Hükümetinin, dışişleri ile ilgili ilk kararı,
Moskova'ya bir kurul göndermek olmuştur. Kurul, Dışişleri Bakanı
Bekir Sami Bey'in başkanlığında
idi. İktisat Bakanı Yusuf Kemal
Bey üye bulunuyordu.11 Mayıs
1920'de Ankara'dan yola çıkan kurulun temel görevi, Rusya ile ilişki
kurmaktı. Rusya'nın hükümetimizle yapacağı antlaşmanın
bazı ilkeleri saptanıp 24 Ağustos 1920'de ön imzası yapılmış
(parafe edilmiş) olmakla birlikte, durumun gereği olarak uzlaşılamayan
kimi noktalardan dolayı antlaşma gecikmiştir. "Moskova
Antlaşması" diye anılan
devletler arası belge, ancak 16 Mart 1921'de imzalanabilmiştir.
Saygıdeğer
baylar, yurt içinde yer yer beliren iç ayaklanmaları izlemekte gecikmeyen
Yunanlıların ilk genel saldırısı, gözlerimizi yeniden
batıya çevirtecektir.
Yunanlıların
İlk Genel Saldırısı
Yunanlılar, 22 Haziran
1920'de Milne (1934 basımında: Milen olarak alınmıştır.)
Hattı'ndan genel saldırıya geçtiler.
Kuvvetleri altı tümene yükselmiş bulunuyordu. Üç tümen ile iki
koldan Akhisar-Soma yönünden; iki tümen ile Salihli yönünden; bir tümen
ile de Aydın Cephesinden saldırdılar. Düşmanın kuzey
kolu, 30 Haziran 1920'de Balıkesir'e girdi ve süvarileri de 2 Temmuz
1920'de Mustafakemalpaşa ve Karacabey'i işgal etti. Bu düşman
karşısında bulunan 61 ve 56'ncı tümenlerimiz, Ulubat (Eski
adı: Uluâbat) köprüsünü yıkarak Bursa'ya doğru çekildi.
Düşman, birliklerimizi izleyerek Bursa'ya da girdi ve ileri kollarını
Dimbos-Aksu kesimine dek sürdü. Bunun karşısındaki
kuvvetlerimiz çok sarsıldı. Eskişehir'e dek çekildi. Bu savaşlar
sırasında İngilizler, 25 Haziran 1920'de Mudanya'ya ve 2 Temmuz
1920'de de Bandırma'ya birer birlik çıkardılar.
Salihli yönünde doğuya
ilerleyen iki Yunan tümeni de 24 Haziranda Alaşehir'e girdi ve daha sonra
ilerleyerek 29 Ağustosta Uşak'ı aldı. Dumlupınar sırtları
elimizde kalmak üzere bu bölgeye dek ilerledi. Bu düşman karşısında
bulunan 23'üncü Tümen ve ulusal kuvvetlerimiz çok sarsıldı ve Aydın'dan
ilerleyen bir Yunan kolu da Nazilli'ye dek geldi.
Bu savaşlar sırasında,
tümenlerimizin kadro durumunda olduklarını ve daha güçlendirilmelerine
olanak bulamadığını biliyorsunuz.
Baylar,
ben de, Eskişehir'e
ve oradan ileri bölgelere gittim. Gerek orada ve gerek başka bölgelerde
bulunan kuvvetlerimizin düzene sokulmasını buyurdum. Yeniden, düşman
karşısında, düzenli komutaya bağlı cepheler kurulmasını
sağladım.
Yunan
Saldırısı Karşısında Ulusal Cephelerin Bozulması
Üzerine Mecliste Sert Sataşmalar ve Eleştiriler
Baylar, Yunan saldırısı
ve ulusal cephelerin bozulması, Meclis'te büyük bir bunalım yarattı
ve sert sataşmalara ve eleştirilere yol açtı.
Büyük Millet Meclisi'nin 13
Temmuz 1920 günü, kırk birinci toplantısında, suçlarından
ve yönetimindeki yetersizliklerinden dolayı Bursa Komutanı Bekir
Sami ve Bursa Valisi Hâcim
Muhittin Beylerin ve Alaşehir
Komutanı Âşir Bey'in niçin mahkemeye verilmediklerini Genelkurmay Başkanlığından
ve İçişleri Bakanlığından soran gensoru önergesi
okundu.
Bu önergeyi veren,
Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Şükrü Bey'di. Sinop Milletvekili Hakkı
Hâmi Bey'in de, ivedilikle cezalandırılma konusundaki üstelemesi
"Bravo!" sesleriyle karşılanıyordu. Önergeyi veren
Mehmet Şükrü Bey'in: "Biz, sorumlu tutulduklarını görmek
istiyoruz!" diye bağırması üzerine gensoru kabul ediliyor.
Gensoru günü olarak saptanan 14 Ağustos 1920'de, Genelkurmay Başkanı
bu soruya karşılık verdi. Ama bir türlü inanılmıyor
ve ortalık yatışmıyordu. Karahisar Milletvekili Şükrü
Bey soruşturma (anket, enquéte parlementaire) istiyor. Başka
bir milletvekili, kimi subay ve komutanların cezalandırılmalarının
doğal olduğundan söz ederek birçok örnekler sayıyor. Başka
bir konuşmacı, asker geri çekilirken bir komutanın otuz altı
deve eşya götürmüş olduğunu söylüyor. Bir başka konuşmacı
da Yunan ordusunun kısa bir süre içinde, Akhisar'dan Marmara kıyılarına
varıncaya değin bütün kentleri ve köyleri yıldırım
çabukluğuyla ele geçirdiğinden söz ederek, Bursa bozgunu dolayısıyla
uğramış olduğumuz yitiğin dünya uluslarında
"Anadolu'da savunma denilen şeyin bir göz korkuluğu olduğu"
yolunda genel bir kanı uyandırdığını belirtiyor ve
büyük bozgunun sorumlularının cezalandırılmasını
istiyordu.
Baylar, uzun ve ateşli
olarak sürüp giden tartışmalara benim de karışmam
gerekti. Ortaya çıkan
bu acıklı durum üzerine, Meclis'in duyarlığının
ve ilgisinin ve çok yerinde olduğunu belirttikten sonra, bu düşünce
ve duyarlığı yatıştırmak amacıyla konuştum
ve açıklamada bulundum. Benim sözlerim üzerine yapılan ufak tefek
sataşmalara da yanıt verdikten sonra genel açıklama yeter görüldü.
Baylar, ayrıntılarını
Meclis tutanaklarında okuduğunuz bu ateşli görüşmelerden
önce, 26 Temmuz 1920 günü de gizli bir oturumda buna benzer bir görüşme
olmuştu. Orada da uzun açıklama yapmak zorunda kalmıştım.
Çünkü, üzüntü ve kaygı sonucu olarak yapılmakta olan eleştiri
ve önerilerde, bu yenilginin gerçek nedenleri ve etmenleri sanki unutulmuş
gibi idi. Bütün bu bozgundan, kurulalı ve iş başına geçeli
daha iki ay bile olmayan Bakanlar Kurulunu sorumlu tutmak amacı güdülüyordu.
Bir yıldan daha çok bir süreden beri Yunan ordusunun İzmir bölgesinde
yerleşmiş olduğu ve durmadan hazırlandığı;
buna karşılık, İstanbul Hükümetlerinin ordumuzu boyuna kötürüm
edecek nedenler yaratmakla uğraştığı ve ulusun kendiliğinden
kurabildiği ulusal kuvvetleri dağıttırmaya ve yok ettirmeye
çalışmaktan başka bir şey yapmadığı hiç düşünülmüyordu.
Eğer bu bir yıl içinde Yunan kuvvetleri karşısında az
çok bir varlık gösterilmiş idi ise, bunun da, beş on özverilinin
kendiliklerinden gösterdikleri dayanç ve çabaları ürünü olduğunu
insafla göz önünde bulundurmak istemiyorlardı. Askeri eylemleri, gerçek
durumu anlayarak ve askerliğin gereklerini göz önünde tutarak düşünen
ve inceleyen yoktu. Söylenen sözler, ya yurtseverlik coşkusu ya da yufka
yüreklilik dolayısıyla inilti ve çığlık biçiminde
ortaya atılıyordu. Söz söyleyenler içinde, pek az olmakla birlikte,
ulusal inancı ve yurda bağlılığı kuşkulu
olanlar bile vardı.
Söz konusu ettiğimiz
bu gizli oturumda, uzun açıklamalarım arasında özellikle demiştim
ki: "Bir yıkıma uğramadan önce, onu önleme ve ona karşı
savunma önlemlerini düşünmek gerektir. Yıkıma uğradıktan
sonra yanıp yakılmanın yararı yoktur. Yunan saldırısının
olacağı daha önceden çok belliydi. Eğer, bunu önleyici önlemler
alınamamış ise, bunun sorumluluğu Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne ve onun hükümetine yükletilemez. Büyük Millet Meclisi Hükümetinin
sorumluluk yerine geldiğinden bu yana almaya başladığı
önlemleri, daha bir yıl öncesinden beri İstanbul Hükümetlerinin bütün
ulusla birlikte ve önemle almaya başlaması gerekirdi. Kimi
kuvvetlerin cepheden alınıp iç ayaklanmaların bastırılmasında
görevlendirilmesi, Yunan kuvvetleri karşısında bulundurulmalarındaki
yarardan daha önemli ve zorunlu idi ve yine de öyledir. Gerçi, Bursa'da bırakılması
zorunlu olan bir tümen, Adapazarı ayaklanma bölgesine gönderilen iki tümen,
Hendek'te dağılan bir tümen, yani dört tümen; Zile, Yenihan bölgesinde
ayaklananlarla uğraşan bir tümen ve bütün bu ordu birliklerine yardım
eden ulusal birlikler cephede bulundurulabilse idiler, belki düşman saldırısı
bu denli gelişemezdi. Ama, ülkenin dirlik ve düzenliği ve ulusun
kurtuluş amacında birleşip dayanışması sağlanmadıkça,
bir dış düşmanın ilerleyişi ne durdurulabilir ve ne de
bundan köklü bir yarar ve sonuç beklenir. Ancak, ülke ve ulus bu dediğim
durumda bulunursa, düşmanın herhangi bir zamandaki başarısı
ve bunun sonucu olarak daha birçok yerlerin işgali, geçici olmak niteliğinden
kurtulamaz. Birlik ve amacında dayanç ve direnç gösteren ulus, kurumlu
ve saldırgan her düşmanı, önünde sonunda kurumundan ve saldırganlığından
ötürü döğündürebilir. Onun için, iç ayaklanmaları bastırmak;
Yunan saldırısını durdurmaktan elbette daha önemlidir. Daha
doğrusu, cepheden iç ayaklanmalara karşı kuvvet ayrılmamış
olsaydı bile sonucun başka türlü olabileceğini düşünmek
güçtür, Örneğin; "Düşman, kuzey cephesine üç tümenle saldırdı.
Bizim orada cephe ile orantılı kuvvetimiz yoktu. Filan noktada, filan
derede, filan köydeki kuvvetimiz, ya da oradaki subayımız, komutanımız,
düşmanın geçmesine engel olsa idi, böyle bir bozguna uğramazdık"
diye çığlık koparmak yersizdir. Tarihte yarılmamış
ve yarılmayan cephe yoktur. Özellikle, söz konusu olan cephe, savunmaya
ayrılan kuvvetle orantılı dar bir cephe olmayıp da böyle yüzlerce
kilometre uzunluğunda olursa, bu cephenin şurasında burasında
bulunan yetersiz bir kuvvetin savunmayı sürdürüp gideceğini kabul
etmek, bütün tasarım ve düşünceleri yanılgıya götürür.
Cepheler delinebilir; buna karşı önlem, delinen kesimi hemen kapamaktır.
Bu ise cephe üzerindeki kuvvetlerden başka, geride, yedekte, güçlü
destekler bulundurmakla olabilir. Oysa, Yunan ordusu karşısındaki
ulusal cephemiz bu durumda ve bu güçte mi idi? Bütün batı Anadolu
illerimizde, Ankara ve dolaylarında, daha doğrusu bütün yurtta,
kuvvet denilecek bir birlik bırakılmış mı idi?
Sağlam
Bir Askerlik Örgütü Kurabilmek ve Bunda Başarı Sağlamayabilmek
İçin Zaman İster
Savaş hatlarına yakın
köyler halkının yapabileceği savunmadan, düşsel sonuçlar
beklemek doğru olmaz. Yurdun bütün kuvvet kaynaklarından yararlanma
koşul ve yetkilerini elde ettikten sonra bile, sağlam bir askerlik örgütü
kurabilmek ve bunda başarı sağlayabilmek için zaman ister.
Bursa'da Bekir Sami Bey'in buyruğu altına verilen kuvvetin çekirdeği,
İzmir'de tüfek attırılmaksızın Yunanlılara
(tutsak olarak) verilen ve Yunan gemileriyle Mudanya'ya çıkarılan iki
alay kadrosu değil mi idi? Bu kuvvetin içgücünü düzeltmek için İstanbul
Hükümetleri herhangi bir önlem almışlar mı idi? İstanbul
Hükümetleri değil mi idi ki, Balıkesir'de savunmaya çalışan
kuvvetlerimize, daha Yunanlılar saldırmadan önce, Anzavur'u arkadan
saldırttı. Yine İstanbul Hükümeti ile Halife ve Padişah değil
mi idi ki, Hendek-Düzce yolunda Hilafet Ordusuna ve ayaklanmış
topluluklara Yunan cephesinde kullanılacak oldukça güçlü bir tümeni,
24'üncü Tümeni, ayarttırıp dağıtmış ve
komutanlarını şehit ettirmişti.
ÜIkenin alınyazısı
sorumluluğunu yeni üzerine almış olan Bakanlar Kurulu, o günkü
koşullara göre seferberlik yapmayı acaba düşünebilir mi idi?
Ülkenin, hemen hemen baştan başa, Halifenin fetvası gereğini
yerine getirmeye sürüklenip zorlandığı bir sırada, ulusu
askere çağırmak uygun görülebilir mi idi ve olabilir mi idi? Bundan
başka,bütün ulusu silah altına çağırmadan önce, silah
sayısı ve elde bulunan silahların iş görebilmesi için
gerekli cephane ve para tutarları ile kaynakların düşünülmesi
zorunlu değil mi idi? Durumu incelerken ve önlem düşünürken, acı
olsa da, gerçeği görmekten bir an vazgeçmemek gerekir. Kendimizi ve
birbirimizi aldatmaya gereklik ve zorunluk yoktur. Biz, durumun ve cephelerin
gereksinmelerini bilmez değiliz. Her yerden, adıma sayısız
telyazıları gelmektedir: "Çok büyük ve düzenli kuvvetler
yollayınız", "Şu kadar cephane gönderiniz",
"Bunlar gelmezse burada yeniliriz" denilmekte, tehlike ve ateş içinde
bulunmaktan doğan duyarlık etkisi altında acı bir dille
durum anlatılmaktadır. Bizim ödevimiz ve durumumuz, onların üzüntü
ve duyarlıklarına katılarak kamunun içgücünü kırmak değildir;
tersine, onlara direnç, dayanç ve umut verecek yolda davranmaktır.
Bundan sonra, kuşkusuz,
durumlar değişecek; bütün ülkeye ve ulusa gerçekten umut ve güven
verecek önlemler uygulanacaktır. Artık buna engel kalmamıştır.
Bakanlar Kurulu, kimi doğumluları silah altına da alabilecektir.
Yeşil
Ordu
Saygıdeğer
Baylar,
Kimi kapalı
sorunların kolaylıkla anlatılmasına yarayacağını
sandığım için yüce kurulunuza bir "Yeşil Ordu"dan söz
açacağım:
Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin ve hükümetinin kuruluşundan sonra Ankara'da "Yeşil
Ordu" adı altında bir dernek kuruldu. Bu derneğin ilk
kurucuları pek yakın ve bilinen arkadaşlardı. Kuruluş
amacını açıklamak için, iç ayaklanmaları ve bu
ayaklanmalara karşı gönderilen ordu birliklerinin ve ulusal
birliklerin kimi durum ve görünüşlerini anımsamak gerektir.
Ayaklananların, ordu erlerine Halifenin fetvasından, Padişahın
askerlik ödevini kaldırdığından, Ankara'daki hükümetin
yasal olmadığından söz ederek onları kolaylıkla aldattıkları
birçok kez görüldü. Gerçekten birçok yerlerde kimi ordu erleri
ayaklananlarla çarpışmadıkları gibi tersine, silahlarını
onlara bırakarak köylerine, yurtlarına savuşuyorlardı.
Ulusal birliklerin, devrim amacını daha kolaylıkla anladıkları
ve ayaklananların ayartmalarına kapılmadıkları anlaşılmıştı.
Bundan dolayı, Osmanlı ordusunun kalıntısı
denilebilecek olan o günlerdeki yorgun, bezgin ve yeni devrim ülküsüne göre
yetiştirilmemiş birlikler ile devrimi başarmadaki güçlükler
sezilir bir kertede idi. Orduyu yeni anlayışa göre bilinçli bir
duruma getirmenin, o günkü koşullar içinde pek güç olacağı
sanılıyordu. Bunun için, istenilen nitelikte, bilinçli kimselerden,
seçkin ve devrim için güvenilir bir örgüt kurmak düşüncesi, kimi kişilerin
kafasında yer etmeye başladı. Birbirini izleyen ve kanlı, öldürücü
durumlar gösteren iç kargaşalar karşısında, bu bildirdiğim
düşünce ve eğilim kuvvetlendi. Sonunda kimi kişiler böyle bir
örgüt kurmak üzere işe giriştiler. Ben, bir yandan ordumuzu canlandırmak
ve güçlendirmek için gerekli işleri yaparken bir yandan da, kurulmuş
bulunan ulusal birliklerden de, her türlü sakıncalarına karşın
her yerde, ister istemez, olabildiğince yararlanmaya çalışmakta
idim. Ama, sağlam bir düzenbağı isteyen ve buyruklara koşulsuz
ve duraksamadan uymayı gerektiren sağlam askerlik görevlerinin ancak
düzenli ordu ile yapılabileceği gerçeğini unutmaya elbette yer
yoktu. Ulusal birliklerden yararlanma ancak, zaman kazanmak amacına dayalı
olabilirdi. Elbette, görevlendirilmeleri zorunlu olan ulusal birliklerin seçkin
ve bilinçli kimselerden kurulabilmesi istenilen bir şey idi.
Yeşil Ordu örgütünün
ilk kurucuları arasında bulunan yakın arkadaşlar, yalnız
bana yardım amacı ile ve beni ayrıca yormamak düşüncesiyle
kendileri işe girişerek çalışmayı uygun görmüşler.
Bana, yalnız, yararlı bir iş yapacaklarını söyleyerek,
kısaca bu girişimlerinden söz açmışlardı.
Ben, gerçekten çok işim olduğu için, arkadaşların
bu girişimleriyle uzunca bir süre ilgilenemedim. Yeşil Ordu örgütü,
bir bakıma gizli bir örgüt niteliğinde kurulmuş ve oldukça
genişlemiş. Genel yazmanı Hakkı Behiç Bey
ve Ankara'daki yönetim kurulu, önemli ve köklü çalışmalar yapmışlar.
Basılı tüzüklerini ve görevlendirilmiş adamlarını
her yere göndermişler. Yalnız bir noktayı da belirtmeliyim ki,
Yeşil Ordu örgütü ile uğraşanlar, benim bu işi bildiğimi,
uygun gördüğümü ve istediğimi söylediklerinden, her yerde benim
adıma örgütü genişletmeye ve güçlendirmeye çalışanlar
çoğalmış. Kurulmakta olan örgüt, yalnız ulusal birlikler
meydana getirmek gibi sınırlı bir alandan çıkmış,
çok genel bir amaca yönelmiş.
Çerkez
Ethem ve Kardeşlerinin İlk Kez Göze Çarpmaya Başlayan Kimi
Davranışları ve Tutumları
Baylar, bu başlangıçtan
sonra, Çerkez Ethem Bey
ve kardeşlerinin ilk kez göze çarpmaya başlayan kimi davranışları
ve tutumları üzerine yüce kurulunuzu aydınlatmak isterim.
Çerkez Ethem Bey,
ulusal bir birlik ile önce Anzavur'u kovalamakta ve sonra Düzce ayaklanmasında
başarılı işler gördüğünden, Yozgat'a gitmek üzere
Ankara'ya getirildiği zaman, hemen herkesçe beğenildi ve övüldü.
Kendisini abartarak övenler de elbette olmuştur. Ethem Bey ve kardeşlerinin
sonraki davranışlarından, bu alkış ve övgülerden
dolayı büyüklendikleri, dahası, kimi kuruntulara kapıldıkları
anlaşılıyor. Ethem Bey ve kardeşlerinden Tevfik Bey, Yozgat
ayaklanmasını bastırmakla uğraştığı sırada
kendine yakın ve uzak bütün askeri ve ulusal birlik komutanlarının
hepsine karşı, bunların rütbe ve makamlarına önem
vermeksizin, birer birer küçültücü ve saldırıcı davranışlarda
bulunmakta hiçbir sakınca görmemeye başladı. Ethem Bey'in
kendisini, niteliğini ve değerini tanımayan bu komutanların,
çoğu yurdun ateş içinde bulunduğunu ve Ethem Bey'in abartılmış
olarak işittikleri hizmetini düşünerek elden geldiğince
kendisiyle çekişmede ileri gitmekten sakınmışlardı.
Böylece şımaran
Ethem ve kardeşi Tevfik Beyler, Türk ordusunda değerli hiçbir subay
ve komutan bulunmadığı ve kendilerinin herkesten üstün birer yiğit
oldukları sanısına düşmüşler ve bu sanılarını
açıktan açığa, sakınmaksızın herkese söylemekten
çekinmemeye başlamışlardı. Doğrudan doğruya
valilere ve herkese buyruk savuruyorlar ve buyruklarını yerine
getirmeyenlerin asılacağı yolunda gözdağı da
veriyorlardı. Ethem Bey Ankara ve Ankara'daki hükümet üzerinde de etki
yapmak denemesinde bulunmuştur. Sözde Yozgat ayaklanması, Yozgat'ın
bağlı bulunduğu Ankara Valisinin kötü yönetiminden doğmuş;
bundan dolayı, öbür ayaklandırıcılara uyguladığı
cezayı, ki o ceza asarak öldürmekti, Ankara Valisi için de, olay yerinde
kendisi uygulamaya karar vermişti. Yozgat'a gönderilmesini istediği
Ankara Valisi, ulusal girişimlerde olağanüstü hizmet ve özveri göstermiş
ve göstermekte bulunan Yahya
Galip Bey'di. Yahya Galip
Bey'in, özellikle bizce, hizmeti beğenilmiş ve varlığı
pek gerekli ve yararlı bir kişi olduğu biliniyordu. İşte
böyle bir kişiyi, kendi eline, darağacına vermeye bizi
zorlamakla en büyük erk ve etkiyi kazanabileceğini düşünmüştü.
Elbette Yahya Galip Bey'i veremezdik ve vermedik. Ethem ve kardeşleri bu
sorun üzerinde çok üsteleyemediler. Ama, Yozgat'ta, özellikle
milletvekillerine: "Ankara'ya dönüşümde Büyük Millet Meclisi Başkanını
Meclis önünde asacağım" yollu uygunsuz sözler söylediği
duyulmuştur. Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı Bey de bu sözleri
işitenlerdendir. Biz, bütün öğrendiklerimize ve aldığımız
haberlere karşın, bu kardeşleri her zaman yararlanılabilecek
bir durumda bulundurmayı yeğ tuttuk. Bundan dolayı kendilerini
idare ettik. Yozgat'tan sonra; Ankara üzerinden Kütahya bölgesine gönderdik.
Bu konuya gene dönmek üzere asıl konumuz olan "Yeşil
Ordu"ya sözü getireceğim.
Bilginize sunmuştum
ki, her yerde Yeşil Ordu örgütünü, benim adıma kuruyorlardı.
Kendisini tanıdığım kişilerden birinin, Erzurumlu Nâzım
Nazmi Bey'in, görevli bulunduğu Malatya'dan gönderdiği bir mektupta,
Yeşil Ordu örgütünün hoşlanabileceğim biçimde genişletilmesine
çalışıldığı bildiriliyordu. Bu haberin verdiği
uyanıklıkla, bu gizli dernek üzerinde incelemelerde bulundum. Bu
derneğin zararlı bir biçim ve nitelik aldığı inancına
vardım. Hemen kapatılmasını düşündüm. Tanıdığım
arkadaşları aydınlattım. Görüşümü söyledim, gereğini
yaptılar. Ama, genel yazman olan Hakkı Behiç Bey, derneğin kapatılması
ile ilgili önerimin kabul edilemeyeceğini ve uygulanamayacağını
söyledi. Ben: "Kapattırırım." dedim. Bunun da
olamayacağını, çünkü derneğin düşünülenden daha büyük
ve daha güçlü olduğunu ve bu derneği kuranların sonuna dek amaçlarından
ayrılmayacakları üzerine birbirlerine söz vermiş olduklarını
özel bir durum takınarak, söyledi. Olaylar gösterdi ki, biz, bu gizli
derneğin kapatılmasına çalıştıysak da bütünüyle
başaramadık. Dernek ileri gelenlerinin kimisi -ki Reşit, Ethem,
Tevfik kardeşler başta bulunuyorlardı- çalışmalarını
bu kez, elbette, büsbütün olumsuz ve bize karşı olarak sürdürmüşlerdir.
Eskişehir'de çıkarttıkları Yeni Dünya gazetesi ile
de düşünce ve amaçlarını saldırgan bir biçimde yayımlatıyorlardı.
Celalettin
Arif ve Hüseyin Avni Beylerin Erzurum'a Gidişi ve Orada Ortaya Attıkları
Sorunlar
Saygıdeğer baylar,
izlemeyi düşündüğüm sıraya göre, yüce kurulunuza biraz Doğu
Cephemizden bilgi vereceğim. Ama, değineceğim durumdan önceki
bir evre vardır; ilkin onu açıklamak gerekiyor.
Birinci Büyük Millet
Meclisi'nde İkinci Başkan olan Erzurum Milletvekili Celâlettin
Arif Bey, 15 Ağustos 1920 günlü
bir önerge ile Meclis'ten iki ay izin aldı. İleri sürdüğü özür,
kafa yorgunluğu sonucunda tutulduğu sürekli baş ağrısı
idi. Hem de çoktan beri görmediği seçim bölgesinde incelemeler yapmak
istiyordu.
Celâlettin Arif Bey,
Erzurum milletvekillerinden Hüseyin Avni Bey'in kendisi ile birlikte gönderilmesini,
özel olarak benden rica etti. Hüseyin
Avni Bey'in Meclis'ten izin isteyebilmesi için
belirli bir özrü yoktu. Kendisini ben, özel bir görevle gönderecektim.
Bunu, 18 Ağustos 1920'de Meclis'ten rica ettim. Uygun görüldü.
Celâlettin Arif ve Hüseyin
Avni Beylerin Erzurum'a varışlarından sonra Celâlettin Arif
Bey'den 10 ve 15/16 ve 16 Eylül 1920 günlerinde üç şifre tel aldım.
Bu tellere göre Erzurum halkında duyarlık ve kaynaşma varmış.
Ama, Celâlettin Arif Bey'in Ankara'dan Erzurum'a gelmekte olduğunu duyunca
halk beklemeye başlamış. Kaynaşmanın nedenleri de, ordu
ambarları, tüfek ve cephane kaybı ve süt dağıtımı
ile ilgili imiş.
Celâlettin Arif Bey,
kimi görevlilerin değiştirilmesi ve cezalandırılması
gibi işlerde ivedilik istiyordu. Söz konusu görevlilerin en başında
Erzurum vali vekilliğinde bulunan Albay Kâzım Bey
(İzmir Valisi Kâzım Paşa) bulunuyordu. Celâlettin Arif Bey,
halk ile görüşülerek Adana eski valisi Nâzım Bey'in, Erzurum
valiliğinde görevlendirilmesine karar verildiğinden; Trabzon yolu ile
kendisine bildirim yapılmasından ve Nâzım Bey'in gelişine
dek kamuoyuna başvurularak bir vekil seçiminden söz ettikten sonra, bunun
uygun görüldüğü bildirilerek halkın artmakta olan kaynaşması
ivedilikle yatıştırılmazsa doğacak sonuçların
tehlikesinden korkulmakta olduğunu bildiriyordu. Sonuncu telinde: "Yakınmalar
dikkate alınmadığından, sorun, Ankara' ya olan güvenin
ortadan kalkması biçimine dönebilecektir." denilmekte idi.
Baylar, doğudaki
kolordumuzda korkunç kötülükler ve yolsuzluklar varmış. Kötülükler
o denli genişlemiş ki, halkın yurtseverliğine dokunmuş.
Korkunç kaynaşmalara yol açmış. Ama, bu denli genel ve yatıştırılamayacak
olan kaynaşmayı Erzurum'da ne vali vekili, ne kolordu komutanı
anlamış! Böyle bir kaynaşmayı hiçbir görevli, hiçbir
ilgili anlayamamış; hükümete bildiren hiçbir kimse bulunmamış.
Bununla birlikte halk, Celâlettin Arif Bey'in kafa yorgunluğundan dolayı
izinli olarak, Hüseyin Avni Bey'in de benim buyruğumla görevli olarak
Erzurum'a gelmekte olduklarını öğrendikleri için, duyarlıklarını
ve kaynaşmalarını gizli tutmuşlar; milletvekili bayların
oraya varmaları üzerine açığa vurmuşlar.
Doğrusu baylar, ben bu bildirilenlere hiç inanamadım. Celâlettin Arif ve Hüseyin Avni Beylerin Ankara'dan Erzurum'a birer yolla sağladıkları gezilerini anlamlı buldum ve şaştım. Özellikle, kamuoyuna başvurularak vali atanması yolundaki öneriyi, hukuk profesörlüğü etmiş, yasabilirliği ile tanınmış, İstanbul Millet Meclisi Başkanlığından Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanlığına gelmiş Celâlettin Arif Bey'in ileri sürdüğünü görmek, şaşkınlığımı bir kat daha arttırdı.
Erzurum'da Büyük
Millet Meclisi İkinci Başkanına, 16/17 Eylül 1920'de:
"Telyazılarının Bakanlar Kurulunda okunduğunu ve bu
konuda cephe komutanlığı ile yazışmalar yapılmakta
olduğunu" bildirdim. Doğu Cephesi Komutanlığından
da, Celâlettin Arif Bey'in bildirdiklerini özetledikten sonra, bilgi istedim
ve ne düşündüğünü sordum.
Celalettin
Arif Bey'in Doğu İllerine Atanması Öneriliyor
Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın da 14 Eylül 1920'de, benim telimden önce yazılmış bir şifre telini 19 Eylülde aldım. Bu telde: "Celâlettin Arif Bey'in -Rize, Trabzon, Erzurum, Erzincan, Van, Bayazıt (Bugünkü adı: Doğu Bayazıt) illerini ve yüce Meclis'çe uygun görülecek başka bölgeleri içine almak üzere- doğu illeri valiliğine atanmasını buyruklarına sunar ve öneririm." denildikten sonra, şu düşünceler ekleniyordu; "Bu öneri kabul edilip uygulanırsa askerlikle ve sivil yönetimle ilgili her iki görevin gereken önem ve titizlikle yapılmasından sağlanacak yarardan başka, sırası gelince önemli sorunları görüşmek ve gereğini ivedilikle yapmak için milletvekili olarak bir kişi daha bulunmuş olur. Yukarıdaki dileğimin Büyük Millet Meclisi'nce gereken önemle dikkate alınarak kabul olunup onaylanacağını umar ve bu konuda yüce kişiliğinizin yardımlarını dilerim. Bu iş, ana çizgileriyle, Celâlettin Arif Bey ile görüşülmüş ve kendilerince de duruma uyar görülmüş ise de bu konudaki kararın Millet Meclisi'nin uygun bulmasına ve onayına bağlı olduğu kuşku götürmez."
Baylar, ordudaki yolsuzluktan, halkın kaynaşmasından, Erzurum'a kamuoyu ile vali seçilmesinden ve ivedilikle uygun yanıt verilmezse Ankara'ya karşı güvensizlik doğacağından sġz eden Celâlettin Arif Bey, ordunun komutanı ile görüşüyor ve kendisinin geniş ölçüde doğu illeri valiliğine getirilmesini önertiyor. Ordu komutanı da böylece Celâlettin Arif Bey'in kendisini kötüleyici nitelikteki yakınmalarından habersiz görünüyor. Bu işte, özel amaçla düzenlenmiş bir oyun ve hem de bir aymazlık durumu sezmemek güç idi.
Kâzım Karabekir Paşa'nın, 16/17 Eylül günlü telime 18 Eylülde verdiği yanıtta: "Celâlettin Arif Bey'in bildirdikleri, birkaç kişinin, vali vekili Albay Kâzım Bey'i, yalnız Erzurum'dan uzaklaştırmak için yaptıkları dedikoduya dayanmaktadır. Halkın içten kaynaşması ve kamuoyu ile vali seçilmesi konularının, ne yazık ki, Celâlettin Arif Bey'in yanlış bir yol tutmasından başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Söz konusu yakınmaların, küçükleri ile, büyükleri ile bütün Doğunun pek çok saygısını ve güvenini kazanan bana yapılmaması, iş çevirmek isteyenlerin başarı sağlayamayacaklarını bilmeleri sonucudur.
Celâlettin Arif Bey,
Albay Kâzım Bey'in vali vekilliğinden ve kolordu komutanlığı
vekilliğinden alınarak Erzurum'dan uzaklaştırılmasını
bana önerdi. Vali vekilliğinden alınmasının İçişleri
Bakanlığından buyruk verilmesi ile ve vali vekilliğini
kendilerinin, yani Celâlettin Arif Bey'in, üzerine alması ile olabileceğini
bildirdim.
Celalettin
Arif Bey Kendi Kendine Erzurum Vali Vekili Oluyor
Celâlettin Arif Bey'in Erzurum'da görevlendirilmemiş durumda bulunuşunun kendisinin söz geçirme gücünü kırabileceğini sanırım. Hemen, Erzurum vali vekilliğini üzerine alması, başladıkları işin gürültüsüzce ve başarı ile sona erdirilmesi için çok gereklidir. Daha sonra, uygun görülürse, Doğu illeri müfettişliğine ya da valiliğine atanır. Ne olursa olsun, söz konusu ettikleri kaynaşma ve duyarlığın kendilerinin Erzurum'a gelmeleri üzerine bekleme durumuna geçtiğini kabul etmiyorum. Böyle bir sözü, büyük bir önemle kabul edildiğini söyleyen kişinin densizce bir sözü sayıyorum..."
Kâzım Karabekir Paşa'nın, 14 ve 18 Eylül günlü tellerine, 20 Eylülde verdiğim karşılıkta, "Büyük Millet Meclisi üyeliği ile memurluğun bir kişi üzerinde bulunamayacağı" ile ilgili 5 Eylül 1920 günlü yasanın özel maddesini, olduğu gibi yazdıktan sonra: "Celâlettin Arif Bey Erzurum valiliğine atanamaz. Milletvekilliğinden çekilirse, bu valiliğe atanması Bakanlar Kuruluna önerilebilir." dedim.
Oysa baylar, Kâzım Karabekir Paşa'nın son telinin çekildiği 18 Eylül günü, bizim 20 Eylülde bildirdiğimiz, yasaya aykırı durum Erzurum'da alınmış imiş.
Bu yasaya aykırı durumu, hem de yeni Türkiye'nin Adalet Bakanı bulunan Celâlettin Arif Bey'in,18 Eylülde yazılıp 2l Eylülde aldığım telinden öğrendim, Kendi kendine Erzurum vali vekili olan Adalet Bakanının teli olduğu gibi şudur:
Erzurum,
18 Eylül 1920
Ankara'da Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne
Kâzım Paşa Hazretleri'ne gelen yüce telyazılarınız
üzerine kendileriyle, bilgilerinize sunulmuş olan sorunu enine boyuna görüştük.
Paşa, durumun ağırlığını anlamak istemiyorlar
ve buyruğu altında bulunan kişiler her yönden korunuyor,
kamuoyundaki kaynaşmanın bir an önce yatıştırılması
için silah, cephane ve başka gereçlerle kilisede yapıldığı
söylenen yolsuzlukları iyice soruşturmak ve bu işlere
yeltenenleri yasanın pençesine verebilmek için, kamunun saygısını
kazanmış olan Dokuzuncu Tümen Komutanı Halit Bey'in görevlendirilmesini
saygı ile dilerim. Ordu hesaplarının denetlenmesi de gerektiğinden
ivedilikle bir maliye müfettişinin gönderilmesi yüksek buyruklarınıza
bağlıdır. Kâzım Paşa'dan şimdi aldığım
bir yazıda, daha önce vali vekilliğinden hiçbir koşul ileri sürmeksizin
çekilmeye karar veren Albay Kâzım Bey, düşüncesini değiştirerek,
vali vekilliğini bana ya da İçişleri Bakanlığından
atanacak bir vekile bırakacağını yazı ile
bildirmektedir. Kendisinin vali vekilliğinde kalması da sakıncalı
ve tehlikeli görülmüş olduğundan şu bir iki gün içinde,
durumun önemi açısından ve ilde çıkabilecek karışıklığa
meydan verilmemek üzere İçişleri Bakanlığından buyruk
gelinceye dek, vali vekilliğini üstüme almak zorunda kaldım. Erzurum
halkının isteğine uyularak vali vekilliğinin arkadaşlardan
Hüseyin Avni Bey'e verilmesini saygı ile dilerim. İleri sürdüğüm
bu önerilerle kamuoyu yatıştırılabileceğinden gereğinin
yapılması buyruklarınıza bağlıdır.
Adalet
Bakanı
Celalettin
Arif
Baylar, Büyük
Millet Meclisi İkinci Başkanı ve Adalet Bakanı Celâlettin
Arif Bey'in bu davranışı ve yazısı, bizim için anlaşılmaz
bir bilmece oldu. Durum çok önemli ve ağır idi. Bu önemin ve ağırlığın
nedeni, bence, Celâlettin Arif Bey'in ve işbirliği yaptığı
arkadaşlarının gerçekleştirmeyi tasarladıkları
gizli istekler ve bu amaçla aldıkları durum ya da yaptıklarını
sandıkları olupbitti değildi. Hayatının çoğunu
savaş alanlarında geçirmiş, ayaklanmalar ve devrimler içinde çok
bulunmuş kimselerin bu gibi ufak tefek olayların karşı önlemlerini
bulup uygulamakta, korkup ağır davranacaklarını sananların
aldanacakları kuşku götürmez.
Doğu Cephesinde Ermenistan Üzerine Yürümeye Karar Verdiğimiz Sırada
Gerçekten durum çok önemli ve çok ağırdı; çünkü, o günlerde Doğu Cephesinde Ermenilere karşı artık saldırıya karar vermiştik. Bunun için hazırlanmakta ve önlemler almakta idik. Doğu Cephesi Komutanına da gereken buyruklar ve yönergeler verilmişti. Doğuya, ileri yöneltilen ordunun arkasında, hükümetin Adalet Bakanı, sözde ordunun hırsızlığını, ordudaki adamların yolsuzluk yapan kişiler olduklarını ortaya çıkarmak için, yasaya aykırı olarak o ilin vali vekili kimliğine bürünmeyi tek önlem ve çare olarak görüyor.
Erzurum'dan cephedeki karargâhına gitmiş bulunan cephe komutanı, en sonunda, 22 Eylülde diyor ki:
Celâlettin
Arif Beyefendi'nin Doğu İlleri Genel Valiliğine atanması için
size daha önce yapmış olduğum öneri bana sezdirilen ve benim de
içtenlikle karşıladığım bir düşüncenin sonucu
idi. Celâlettin Arif Bey'in Erzurum'la ilgili girişimleri ve dilekleri üzerine
gerçek anlaşılmış bulunduğundan kendisinin genel
valiliğe atanması yolundaki önerimden elbette vazgeçtiğimi
bilgilerinize sunarım.
Doğu
Cephesi Komutanı
Kâzım
Karabekir
Celalettin
Arif Bey'in Kesin Önerisi
Erzurum vali vekilliğini üzerine alan Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanından da, gene o gün, yani 22 Eylül 1920'de yazılmış bir tel aldım. Bu telde deniliyordu ki: "Silah, cephane, yiyecek ve iyesiz mallarda (emvali metruke) yapılan yolsuzluklar; yasaya aykırı ve aşırı vergiler alınması, yasaya aykırı baskı ve zorbalık, halkın duygusunu büsbütün incitmiş. Erzurumluların, güvensiz ve umutsuz bir duruma düşerek, artık kendi elleriyle yönetilmeleri gereğini tek kurtuluş ve esenlik yolu saymış oldukları bir zamanda buraya geldik. Karabekir Paşa'nın da davranışı ülke çıkarlarına uygun düşmedi. Bundan dolayı, açıktan açığa yapılan kötülüklere hemen son vermek ve suçlularını cezalandırmak gerektiğini bütün halk üsteleyerek söyledi. Güven verici önlemlerin ivedilikle alınmasını ve vali vekilliğini kabul etmekliğimi, hem Paşa hem de halk rica etti. Vali vekilliğinin Hüseyin Avni Bey'e verilmesi gerektiğini yazmıştım. Erzurumluların kendilerinden sayarak güven gösterdikleri Milletvekili Hüseyin Avni Bey'in yirmi dört saate değin görevlendirildiğinin bildirilmesi... Celâlettin Arif". (belge: 258)
Saygıdeğer baylar, halkın kendi eliyle kendini yönetmesi ilkesini ortaya koyan bizdik. Ama bununla, her ilin ya da her bölgenin ayrı ayrı birer yönetim birliği durumuna girmesi amacını hiç gütmedik. Amacımızı, Büyük Millet Meclisi'nin ilk günlerinde açık olarak söyledik.
Meclisin de kabul ettiği amaç ve ülkümüz: "Ulusal iradenin belirdiği biricik yer olan Millet Meclisi'nin, bütün yurdun alınyazısına el koyduğu" biçiminde saptandı.
Bu Meclis'in başkanlarından biri olan ve Bakanlar Kurulunda bakan, hem de Adalet Bakanı olarak yer alan kişinin orduda ya da herhangi bir yerde yasaya aykırı bir işi ortaya çıkartmak ve suçlularını yasaya göre yargılatmak için başvuracağı önlem, birtakım beyinsizlere uyarak, çok yakından tanıdığım ve gerçekten yurtsever olan Erzurumlu hemşerilerimin hiç de uygun göremeyecekleri bir başkaldırma durumu almak mı olacaktı?
Celâlettin Arif Bey, Hüseyin Avni Bey'in yirmi dört saate değin vali vekilliğine atanmasını istiyor. Böyle bir ültimatomun anlamı var mı idi?
Celâlettin Arif Bey
bu önerisini Kâzım Karabekir Paşa'ya da yapmış. Kâzım
Karabekir Paşa ona demiş ki: "Hüseyin Avni Bey, yedek teğmen
olarak sahnelerde subayları eğlendiren... hiçbir görevde bulunmamış
orta bir adamdır. Bunu vali vekili yapmak, hükümeti oyuncak yapmayı
istemek olur."
Baylar, Celâlettin Arif Bey'in kesin önerisine verdiğim yanıt şu idi:
Ankara,
23.9.1920
Şifre
Geciktirilemez
Sayı:
388
Erzurum'da Adalet Bakanı Celâlettin
Arif Beyefendi'ye
Y: 22.9.1920 şifreye:
İlk telyazınızı önemle dikkate almış
ve bu konuda Doğu Cephesi Komutanlığı ile yazışmalar
yapılmakta olduğunu bildirmiştim. Adı geçen komutanlıkça
gereği elbette yapılacaktı. Buna karşın, süregelen
yasaya aykırı ve yersiz öneri ve girişimleriniz Bakanlar
Kurulunca şaşırtıcı olarak görülmüştür. İçişleri
ve Milli Savunma bakanlıklarınca ilgili yerlere gerekli bildirimler
yapılmıştır. Sizin, Bakanlar Kurulunun istediği bilgiyi
vermek ve gerekirse Meclis önünde de açıklamalarda bulunmak üzere
Ankara'ya hemen dönmeniz gereklidir.
Büyük
Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal
Baylar,
Kâzım Karabekir Paşa,
22 Eylül 1920 günlü bir şifresinde şu bilgiyi veriyordu:
Şimdi anlıyorum ki, Celâlettin Arif Bey daha Ankara'da iken, kendisiyle kimi külâh kapmak isteyenler güzel bir program yapmışlardır. Örneğin, Hüseyin Avni Bey Erzurum valisi olacak; Celâlettin Arif Bey doğıı illerinin genel valisi olacak.
Celâlettin Arif Bey, ya oyuncak olarak oynatılıyor ya
da, daha karar vermedim, pek zekidir, kendi bir iş yapmak istiyor. Çünkü,
Halit Bey'i bana önermeden yazmasının ve Hüseyin Avni üzerinde
direnmesinin bir başka anlamı yoktur. Halit Bey'in, Albay Kâzım
Bey'le arası pek iyi olmadığından, kendisine Kâzım
Bey'i kötüleyici bir karar verdirilebilir. Hüseyin Avni Bey de vali adı
altında güzel bir oyuncak olur. Hüseyin Avni Bey'in vali vekilliğine
önerildiğini işitenler umutsuzluğa düşüyor ve iğreniyorlar.
Özet olarak bildireyim ki, Erzurum Milletvekili Necati Bey'in kardeşi olup
son zamanlarda Milli Eğitim Müdürlüğüne atanan Mithat Bey halkın,
bolşevikliği, iş beceremeyenlerin önemli görevler kapması
yolunda anladığını sanıyor. Bu kişi, çıkarına
düşkün olduğundan halkın çoğunluğunca pek sevilmez.
Halk hükümeti kurma konusunda beni elverişli bulamadığından
Celâlettin Arif ve Hüseyin Avni beylerle yazışma yapılarak işin
daha önceden düzenlendiğini ve onandığını sanıyorum.
Baylar, Celâlettin
Arif Bey'i Ankara'ya çağıran 23 Eylül günlü telim, 24 Eylül günlü
sert bir telyazısı ile karşılandı. Bu telyazısı
Meclis Başkanlığı katına yazılmış idi.
Bu telde: "Bakanlar Kurulunda ve Büyük Millet Meclisi'nde okunacaktır."
yollu bir uyarma da vardı. Benim telyazımdaki iki kelimeyi,
"yasaya aykırı ve yersiz" kelimelerini alarak. Celâlettin
Arif Bey Erzurum'daki girişim ve önerilerini birer birer bu iki kelime ile
tartıyordu. "Bu mu yasaya aykırıdır? Bu mu
yersizdir?" diyerek kendini savunuyordu. Yaptığı işlerin
ne olduğu yeri geldikçe verilen bilgilerden anlaşıldığı
için, hangisinin yasaya aykırı olmadığını ve
hangisinin yersiz bulunmadığını anlamak güç olmayacaktır.
Celâlettin Arif Bey: "Yasaya aykırı ve yersiz önerinin benden
gelmeyeceğine Bakanlar Kurulunun inanmış olmasını
beklerdim." dedikten sonra: "Aranızda savlarımın değerini
bilecek arkadaşlarımın bulunacağına inanırım."
sözleriyle kendisinin değerini anlayabilmenin kendisinin eşi, arkadaşı
niteliğinde bulunmakla ancak başarılabileceği gerçeğini
ileri sürüyordu. Celâlettin Arif Bey, seçim bölgesini denetlemeksizin
Ankara'ya dönemeyeceğini de bildiriyordu.
Yiğit
Erzurum Halkının Bana Açtığı Dost Kucağını,
Kötüye Kullanabileceğini Hiç Sanmıyorum
Baylar, ben de İstanbul'a dönemeyeceğimi İstanbul Hükümetine Erzurum'dan bildirmiştim. Eğer, çağrılan yer İstanbul ve çağıran özdeş yer olsaydı, sanki şaşılacak bir benzetme yapılmakta olduğuna insanın inanacağı gelebilirdi. Ama, koşullar büsbütün başka olduğuna göre İstanbul'un çağrısına karşı, bana bağlılık ve özverili kucağını açmış olan yiğit Erzurum halkının, bu dost kucağını kötüye kullanabileceği hiç sanmadım.
Dahası baylar, 28 Eylül 1920'de "Erzurum Halk Delegeleri" adıyla halktan aldığım elli imzalı telyazısı bile bu inancımı bozmadı. Gerçi telyazısı çok kaba ve karşı gelici idi. Ama, imzaların pek çoğu, Celâlettin Arif Bey'in vali vekilliği ettiği il görevlilerinin idi. Özellikle İstinaf Mahkemesi (Bugün bulunmayan, bir üst mahkeme.) üyelerinden olup Celâlettin Arif Bey'in Polis Müdürü Vekilliğine atadığı kimsenin imzası bu telyazının nasıl çirkin bir anlayışın ürünü olabileceğini kestirmeye dayanak sayılamaz mı idi? Bu telyazısının Milli Eğitim Müdürü Mithat Bey'in evinde toplanan birtakım kimselerce düzenlendiğini anlamamız gecikmedi.
Baylar, Celâlettin
Arif Bey, bir yandan önerilerini, Erzurum Merkez Kurulu Başkanı
Tevfik imzasıyla: "Celâlettin Arif Beyefendi'nin bildirdiği üzere
işlem yapılmasını kesin olarak isteriz." diye
destekletirken bir yandan da Ankara ile şifreli yazışmalar yaptırarak
sözde birtakım işler çevirmek ve girişiminin ne etki yaptığını
anlamak istiyordu:
Erzurum,
21/22.9.1920
Ankara Milli Eğitim Bakanlığına
Erzurum Milletvekili Necati Bey'e:
Olanağı varsa, Sağlık Müdürlüğüne
Merkez Hekimi Doktor Salim Bey'in atanmasına yardım etmeniz uygun
olur. Bundan önceki atamalar ciddilikle bağdaşamaz. Ödeneklerimizi
ne yapıp yapıp alarak Ziraat Bankasıyla yollayınız.
Meclise yazılmıştır. (Hüseyin Avni)
Milli
Eğitim Müdürü
Mithat
Bunun ardından
da:
Erzurum,
25.9.1920
Milli Eğitim Bakanlığına
Rıza Nur Beyefendi'ye:
Şimdiye dek yazdığım işlerden ne sonuç
elde edildi? Bakanlar Kurulunda bu iş üzerinde neler geçti? Bana bilgi
vermek iyiliğinde bulunmanızı rica ile gözlerinizden öperim
(Celâlettin Arif).
Milli
Eğitim Müdürü
Mithat
Daha sonra da:
Çok önemli ve ivedidir
Erzurum,
25.9.1920
Ankara'da Milli Eğitim Bakanlığına
Rıza Nur ve Necati Beyler okuyacaktır:
Ermenileri yola getirmek amacıyla Haziranda seferberlik ilan
olunarak üç yüz beş (Şimdi kullandığımız
tarihe göre 1889 yılı.) doğumlulara değin askere çağrılmış,
dokuz bini savaşçı, on üç bini de savaşçı olmayan, yirmi
iki bin asker ile subay ailelerinin beslenmeleri hemen hemen Erzurum ili halkına
yükletilerek şu zamanda savaş vergisi adıyla bir buçuk milyon
liralık yiyecek, hayvan ve taşıt alınmıştır.
Halk, amacın yüceliğini anlamış olduğundan bu denli özveriye
katlandıktan sonra Çiçerin'in bilinen mektubunun savaşı
durdurması ve bundan yüreklenerek İslam halkına zulüm yapan
Ermeniler karşısında ordunun, Ermeni ve Bolşevik birleşmesini
ileri sürerek yüreksizlik göstermesi ve Kızıllar ile istenildiği
gibi anlaşma yapılamaması ve bunlarla birlikte Celâlettin Arif
Bey'in yazdığı yolsuzluklara meydan verilmesi pek kötü bir etki
yapmış ve halkı ayaklanmaya ve densizliğe (1927 ve 1934
basımlarında dinsizliğe'dir. 1927 lüks baskısında böyledir.)
sürüklemiştir, Kâzım Paşa'da doğu işlerini çevirebilme
gücü olmadığından buranın siyasa ve askerlikle ilgili işlerini
Ermenilere karşı koyabilecek, güçlü, iyi yönetebilecek, hem de olağanüstü
yetkili bir kurulun bulunması çok gereklidir. Şimdiye dek değerli
zamanlar, Ankara'da dosyası bulunan gereksiz yazışmalarla geçmiş,
belki de birçok fırsatlar yitmiştir. Öte yandan, Erzurum'un mevsim
bakımından zor zamanları geldi. Ordunun korunması zorunluğu
vardır; oysa giyecek ve yiyecek bakımından pek çok sıkıntı
çekilmektedir. Asker ve sivil bütün görevliler dört aydan beri aylık
alamamaktadırlar. Ordu giderleri için yeni vergiler salmayı düşünüyorlarsa
da halkın gücünü bilmiyorlar; hiç elverişli değildir.
Merkezdeki hükümet pek ilgisiz. Yakın sancaklar özellikle Harput (Bugünkü
Elazığ ilinin o günlerdeki adı.) ili, tümü ilgisiz; hiç
umursamıyorlar. Bu gibi işler için hükümete gerekirse benim adıma
Meclise de gensoru önergesi veriniz ve orduya gerekli olan şeyleri oradan
kesin olarak sağladıktan sonra geliniz. Doğu illeri ile ilgili
ajansa pek inanmadım. (İmza: Hüseyin
Avni)
Milli
Eğitim Müdürü
Mithat
Görülüyor ki, Celâlettin Arif Bey'in, Bakanlar Kurulu üyeleri arasındaki, savlarının değerini bileceğini sandığı ve makamının şifresinden yararlanmaya kalkıştığı kişi de kendisinin sırdaşı olmak istememiş ve olup bitenleri Meclis Başkanlığına bildirmiştir.
Baylar, kırk elli kişiye bütün Erzurum halkı adına tel çektirerek oynanmak istenen oyunun içyüzü, yine Erzurum halkından gelen ve halkın Büyük Millet Meclisi Hükümetine bağlılığını ve özveri duygularıyla dolu olduğunu bildiren telden anlaşıldı.
Celâlettin Arif Bey,
ancak, Ermenilerle yapılan savaşta, en sonunda Büyük Millet Meclisi
ordusunun utku (zafer) kazandığını gözleriyle gördükten
sonra, yani geri dönmesi için yapılan bildirimi aldıktan kırk
yedi gün sonra, Erzurum'dan ayrılmaya karar vermek zorunda olduğuna
inanmıştı. Böyle iken, yola çıkışını
şu telle Meclise muştulatıyordu:
Erzurum,
27 Kasım 1920
Büyük Millet Meclisi Başkanlığına
Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı ve Adalet
Bakanı sayın milletvekilimiz Celâlettin Arif Beyefendi'nin,
Milletvekilimiz Hüseyin Avni Bey'Ie, dünkü gün, kışın sertliğine
bakmadan, Erzurum halkının büyük ve parlak uğurlama töreni ile
Ankara'ya doğru yola çıktıklarını bildirir ve bundan
yararlanarak Meclise karşı olan sonsuz saygılarımızı
sunarız.
Müdafaai
Hukuk Merkez Kurulu Başkanı
Tevfik
Hüseyin Avni ve Celâlettin
Arif Beylerin, Erzurum' dan döndükten sonra, Mecliste karşıcıl
durum takınarak ve Kâzım Karabekir Paşa'ya saldırılarda
bulunarak Meclisi çok oyaladıkları görülmüştür.
Doğu Cephemizde Ermenilerle Savaş Başlıyor
Saygıdeğer baylar, doğu sınırlarımızda ivedi olan işimiz, Celâlettin Arif Bey'in Erzurum'un devrim tarihinde bıraktığı izi uzun uzadıya incelemeye ve irdelemeye elverişli değildir. İsterseniz o günlerde doğu sınırımızda olan önemli işlere gelelim:
Biliyorsunuz ki Mondros Ateşkes Anlaşmasından beri Ermeniler, gerek Ermenistan içinde, gerek sınıra yakın yerlerde Türkleri toptan öldürmekten vazgeçmiyorlardı. 1920 yılı sonbaharında Ermeni kıyımı dayanılmaz bir kerteye geldi. Ermeniler üzerine yürümeye karar verdik. 9 Haziran 1920'de doğu bölgesinde geçici seferberlik ilan ettik. On Beşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'yı Doğu Cephesi Komutanı yaptık. 1920 Haziranında Ermeniler, Oltu'da kurulan yöresel Türk Hükümeti üzerine yürüyerek o bölgeyi ele geçirdiler. Dışişleri Bakanlığımızca Ermenilere 7 Temmuz 1920'de bir ültimatom verildi. Ermeniler özdeş tutumlarını sürdürdüler. Sonucunda, seferberlikten üç buçuk, dört ay kadar sonra Kötek, Bardiz bölgelerinde toplanan kuvvetlerimize Ermenilerin saldırısı ile savaşa başlandı.
Ermeniler, 24 Eylül 1920 sabahı Bardiz cephesinden baskın biçiminde yaptıkları genel bir saldırı ile başarı sağladılar. Baylar, Doğu Cephesinin bu hoşa gitmeyen bilgileri veren raporunu okurken, Celâlettin Arif Bey'in Ermeni saldırısının yapıldığı gün olan 24 Eylülde yazdığı bilinen ültimatomunu da alıyordum. (Belge; 229) Ermeniler geri atıldılar. Ordumuz 28 Eylül sabahı ileri yürüyüşe geçti. O gün Erzurum'un elli imzası da Ankara'ya saldırıya geçiyor. Ne kötü rastlantı! Sanki bu baylar, bize karşı Ermenilerle sözleşmiş gibi!
Ordu, 29 Eylülde Sarıkamış'a girdi. 30 Eylülde Göle (Eski adı: Merdenek) alındı. Ama kimi nedenler ve düşünceler dolayısıyla ordumuz 28 Ekim 1920'ye değin, bir ay, Sarıkamış-Laloğlu kesiminde kaldı.
Bu nedenlerden birinin de, Erzurum'da bulunan Celâlettin Arif Bey ve arkadaşlarının yarattıkları durum olduğunu kestirebilirsiniz. Gerçekten, Kâzım Karabekir Paşa' nın 29 Eylül 1920 günü Sarıkamış'tan çektiği telyazısında: "30 Eylülde cepheyi gezip durumu saptadıktan sonra Erzurum'a giderek orada geçen olayın sonuçlandırılacağını bilgilerinize sunarım." deniliyordu.
Kâzım Karabekir
Paşa, 30 Eylül 1920'de, Sarıkamış'tan Celâlettin Arif
Bey'e de yazdığı bir şifrede: "Erzurum halkı adına
kırk elli imza ile çekilen açık telyazısı, dış düşmanların
milyonlar harcayarak elde edemeyeceği bir belgedir. Olayın kendisinden
daha önemli ve tehlikeli olan işbu açık telyazısını,
dış düşmanların tehlikesinden ve gözdağından
daha yıkıcı bulduğumdan ve bu olayın kötü sonuçlarını
cephe durumundan daha önemli gördüğümden yarın Erzurum'a geleceğimi
bildiririm." diyordu. Celâlettin Arif Bey, 5/6 Ekim 1920 günlü telinde,
özellikle: "Yurtsever ordumuz içinde, değerli ve halkın güvenini
kazanmış pek çok subay ve üstsubay bulunduğundan yolsuzluk yakınmaları
elbette ordunun dayanma gücüne ve düzen ilkesine etki yapacak kadar büyümemiştir."
diye bilgi veriyordu.
Ordularımızın Komutan ve Subayları Üzerine Bilinen Bir Gerçek
Yıllarca yurdun çeşitli savaş alanlarında komuta ettiğim ordularımızın üstsubay ve subayları ile ilgili olan ve öteden beri bildiğim bir gerçeği, yüz sekseninci kez ("Yüz seksen kez de olsa yineleme en iyisidir" anlamında, Arapça;Türkçe karışımı bir deyim: "Et-tekrarü ahsen kâne yüz seksen.") de olsa, işitmiş olmaktan kuşkusuz büyük sevinç duymuştum.
Baylar, savaş alanında verilecek buyruğu bekleyen Doğu Ordumuz, 28 Ekim 1920 günü Kars üzerine yürümeye başladı. Düşman, karşı koymaksızın Kars'ı bıraktı. 30 Ekimde ordumuz [Kars'a] girdi. 7 Kasım günü birliklerimiz Arpaçayı'na dek olan bölgeyi ve Gümrü'yü ele geçirdi.
Ermeniler, 6 Kasımda
savaşı bırakmak ve barış yapmak için bize başvurmuşlardı.
Biz de ateşkes anlaşması ile ilgili maddeleri, Dışişleri
Bakanlığı aracılığı ile 8 Kasımda Ermeni
ordusuna bildirdik. 26 Kasımda başlayan barış görüşmeleri
2 Aralıkta sona erdi ve 2 /3 Aralık gecesi Gümrü Antlaşması
imzalandı.
Ulusal
Hükümetin Yaptığı İlk Anlaşma: Gümrü Antlaşması
Baylar, Gümrü Antlaşması, Ulusal Hükümetin yaptığı ilk antlaşmadır. Bu antlaşma, ile, düşmanlarımızın ta Harşit koyağına dek olan Türk ülkelerini kendisine bağışlamayı tasarladıkları Ermenistan, Osmanlı Devleti'nin 1877 savaşında yitirmiş olduğu yerleri bize, Ulusal Hükümete bırakarak aradan çıkarılmıştır. Doğudaki durumlarda önemli değişiklik olması yüzünden, bu antlaşma yerine, daha sonra yapılan 16 Mart 1921 günlü Moskova Antlaşması ile 13 Ekim 1921 günlü Kars Antlaşması geçmiştir.
Baylar, gene o bölgede bulunması dolayısıyla, Gürcistan ile olan işlem ve ilişkimizden de kısaca bilgi vereyim.
1920 yılı Temmuzunda, Batum'u İngilizler boşaltınca Gürcüler hemen ele geçirdiler. Bu durum, Brestlitovsk ve Trabzon antlaşmalarına aykırı olduğundan, 25 Temmuz 1920'de protesto edilmişti.
8 Şubat 1921'de Ankara'da güven mektubunu sunmuş olan Gürcü Elçisi ile de Türkiye-Gürcistan antlaşması için görüşme başlamıştı. En sonu, 23 Şubat 1921'de verdiğimiz kesin bir ültimatom üzerine Ardahan, Artvin ve Batum'un bizce işgal edilmesi kabul edildi. Bundan on beş gün sonra Batum'a girdik. Bu yerler, Türkiye'ye katılmayı dört gözle bekleyen halkın alkışları arasında işgal edildi.
Daha sonra, Moskova
Antlaşması gereğince Batum boşaltıldı, ama ele geçirdiğimiz
öteki yerlerin anayurda bağlılığı pekiştirildi.
Trakya'daki
Durum
Baylar, o günlerdeki Trakya durumuna da hep birlikte göz gezdirelim:
Doğu Trakya'da, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti, Trakya-Paşaeli Merkez Kurulu bir kurultay topladı ve bu kurultay, Trakya'nın yönetimini, Trakya-Paşaeli Merkez Kuruluna verdi. Trakya'da Kolordu Komutanı bulunan Cafer Tayyar Bey (Cafer Tayyar Paşa), bu merkez kurulunun üyesi olmakla birlikte Edirne Milletvekili olarak da Meclisimize üye seçilmişti. Trakya Merkez Kuruluna ve Kolordu Komutanına verdiğimiz yönerge, Trakya alınyazısının bütün ülkenin alınyazısına bağlı olduğu ve onunla birlikte düşünülebileceği ilkesine dayanıyordu. Savaş durumu bakımından da verdiğimiz yönerge şu idi:
Üstün kuvvetlerin saldırısına uğranılırsa sonuna değin dayanılacak ve Trakya bütünüyle düşman eline geçse bile, ileri sürülecek herhangi bir çözüm yolu tek başına kabul olunamayacaktır. Öteden beri Trakya'daki komutanın da kararının böyle olduğu söylenmekte idi. Ama son zamanlarda komutan Cafer Tayyar Bey, yabancıların verdiği güvence üzerine, yapılan çağrıyı kabul ederek İstanbul'a gitmiş; ancak dönüşünden sonra durumu bize bildirmişti. Anlaşıldığına göre, Doğu Trakya'nın yalnız başına varlığını koruyamayacağı, ancak Batı Trakya ile birleşerek bir yabancı yönetimle yaşayabileceği yolunda düşünceler aşılanmış... Her halde içgücünü kıracak birtakım propagandalar yapılmış.
Cafer Tayyar Bey İstanbul'da iken tümen komutanlarından Muhittin Bey, İstanbul'dan Kolordu Komutanlığına atanmış. Cafer Tayyar Bey'in Trakya'ya dönmesine izin verilmiş. Cafer Tayyar Bey, İstanbul'daki ilgililerle görüştükten sonra, Muhittin Bey önermişse de, artık kolordunun komutanlığını üzerine almamış, Muhittin Bey'in üzerinde bırakmış. Böylece Trakya'nın alınyazısı, İstanbul siyasal çevrelerinin etkisine bırakılmış.
Baylar, Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman Trakya'da Birinci Kolordunun konuş durumu şöyle idi:
Kolordu karargâhı Edirne'de;
60'ıncı Tümen Keşan, Edirne, Uzunköprü bölgesinde;
55'inci Tümen Tekirdağ bölgesinde;
49'uncu Tümen Kırklareli (Eski adı: Kırkkilise.) bölgesinde.
Yunan ordusu Anadolu'da, Batı Cephesinde yaptığı genel saldırıda başarı elde ettikten sonra, 20 Temmuz 1920'de Tekirdağ'a bir tümen çıkardı. Tekirdağ bölgesinde çok dağınık bir durumda bulunan 55'inci Tümen toplanmaya vakit bulamadan Yunan tümeni Edirne doğrultusunda yürümeye başladı.
Batı Trakya'dan,
Meriç'i geçerek, saldırmak isteyen Yunan kuvvetleri, o bölgedeki 60'ıncı
Tümene komuta eden Cemil Bey'in (İçişleri Bakanı Cemil Bey) ve
15 Hazirandan başlayarak kuvvetleriyle Edirne'ye gelmiş bulunan ve
Edirne-Karaağaç istasyonu arasında çetin savaşlar yapmış
olan Şükrü Naili Bey'in (Şükrü Naili Paşa) uyanık
davranmaları ve direnmeleri üzerine durduruldu ve ilerlemesi önlendi.
Trakya'daki
Kolordumuzun Askerlik Gereklerini Yapamamasının ve Yurtseverlik
Namusunu Yerine Getirememesinin Tek Sorumlusu Cafer Tayyar Paşa'dır
Edirne doğrultusunda serbestçe ilerlemekte bulunan düşman tümenine karşı, bütün Birinci Kolordu kuvvetlerini toplayıp önlem alacak komutanın, Kolordu Komutanı Muhittin Bey'in ne yaptığını bilmiyorum. Yalnız elde ettiğim bilgiye göre, Cafer Tayyar Bey kendi kuvvetleriyle ilişki kurmayarak Havza yakınlarında atla dolaşırken düşmana tutsak olmuştur. Ondan sonra komuta ve yönetimden yoksun kalan Birinci Kolordumuz büsbütün dağıldı. Birliklerin bir kısmı tutsak oldu ve bir kısmı da Bulgaristan'a sığındı. Sonuç olarak, Trakya baştan başa Yunanlıların eline geçti. Ne yazık ki, Birinci Kolordu Komutanından ulusun istediği ve beklediği sağgörünün, uyanıklığın ve özverinin belirtisini göremedik.
Baylar, Trakya'nın özel ve güç durum ve koşul içinde bulunduğu kuşkusuzdu. Ama, bu özellik ve güçlükler, hiçbir zaman Trakya'daki kolordunun askerliğin gereklerini ve yurtseverlik ödevini yapmasına engel olamazdı. Eğer bu yapılmamış ise, ulus ve tarih karşısında bundan tek sorumlu Cafer Tayyar Paşa'dır. Tarihte, bütün bir yurdu çok üstün düşman kuvvetleri karşısında, son avuç toprağına değin karış karış, yiğitçesine ve namuslucasına savunmuş ve yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu o nitelikte bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenlerde, komuta edebilmek niteliği bulunsun!
Baylar, komutanlar, askerlik görev ve gereklerini düşünürken ve uygularken, kafalarını siyasal düşüncelerin etkisi altında bulundurmaktan sakınmalıdırlar. Siyasal durumun gereklerini düşünen başka görevliler bulunduğunu unutmamalıdırlar.
Komutanların, buyruklarına verilen ulus çocuklarını, ülke araçlarını düşmana, ölüme sürerken düşünecekleri tek nokta; ulusun kendilerinden beklediği yurt görevini ateşle, süngü ile ve ölümle yapmak ve sonuçlandırmaktır. Askerlik görevi ancak bu anlayış ve inançla yapılabilir. Lafla, siyasayla, düşmanın aldatıcı sözlerine kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz. Komutanlık görev ve sorumluluğunu yüklenecek kadar omuzlarında ve özellikle kafasında güç bulunmayanların acı sonuçlarla karşılaşmalarından kaçınılamaz.
Baylar, bir komutanın tutsak olması da özürlü görülebilir; ancak, askerlik görev ve gereklerini yapıp uygulamakta elindeki kuvveti sonuna dek, son süngü ve son soluğa dek kullandıktan sonra kanını akıtmak fırsatını bulamaksızın düşman eline düşerse ...
Baylar, bütün ordusu, üstün düşman ordusu karşısında yenilip kendiliğinden geri çekilirken, kılıcını çekip tek başına atını düşman başkomutanının çadırına sürerek ölüm arayan Türk komutanları görülmüştür.
Bir Türk komutanının ordusunu kullanmaksızın,
herhangi bir kötü rastlantı ve mutsuzluk sonucu da olsa, düşmana
tutsak olmasını biz özürlü görsek de tarih bunu hiç bağışlamaz
ve bağışlamamalıdır. Türk Devrim tarihinin gelecek kuşaklara
ileteceği sözler ve uyarmalar işte budur!
İkinci
Konya Ayaklanması
Saygıdeğer baylar,
Anadolu ortasında çıkartılan iç ayaklanmaların Yunan
ordusu karşısında bulunan kuvvetlerimiz ve yaptığımız
düzenleme üzerinde kötü etkileri, düşmanlarca umulan sonucu vermedi.
Savunma kuvvetlerimiz üzerinde doğrudan doğruya etki yaparak
cephemizi yıkma amacını güden çeşitli eylemlerle birlikte
cepheye yakın bölgelerde de halkı ayaklandırmak, düşmanların
önem verdikleri bir sorun idi. İstanbul bu yolda öteden beri çalışmakta
idi. Zeynelâbidin Partisinin Konya ve dolaylarında çıkartmaya çalıştıkları
ayaklanma, artık 1920 yılı Ekim ayı başında ortaya
çıktı.
Delibaş adında bir
haydut, beş yüz kadar asker kaçağını başına
topladı. 2-3 Ekim 1920 gecesi Çumra'yı bastı. 3 Ekim sabahı
da Konya'ya girdi ve hükümete el koydu. Konya Valisi Haydar Bey ve Komutan
Avni Bey (milletvekili Avni Paşa) Konya'da bulunan pek az sayıda er ve
jandarma ile Alâettin Tepesinde, ayaklananlara karşı, anılmaya
değer bir yiğitlikle savunmada bulundular. Ama, ayaklananların çokluğu
ve her yönden saldırmaları karşısında onların
eline düştüler.
Gene o günlerde Beyşehir ve
Akşehir ilçelerinde görevli olarak dolaşan asker kurullarımızı,
oralardaki ayaklananlar görev yapmaktan alıkoydular, Ilgın ilçesinin
Çığıl Köyü yakınında toplanan üç yüz kadar
ayaklanıcı da öğüt vermeye giden kurula ateş etti.
Ayaklananlar, Konya güneyinde Karaman ilçesinde de toplanmaya başladılar.
Karapınar, ayaklananların eline düştü.
Baylar, bu ayaklanmalara karşı
Afyonkarahisar'dan ve Kütahya'dan gönderdiğimiz Derviş Bey (Kolordu
Komutanı Derviş Paşa) komutasındaki kuvvetler, Konya
kuzeyinde, Meydan İstasyonu yakınında ayaklananlarla karşılaştı.
Ankara'dan da bir süvari alayı ve bir dağ topu ile, o zaman İçişleri
Bakanı bulunan Refet Bey komutasında gönderilen kuvvet, Meydan İstasyonundan
ilerleyen Derviş Bey kuvveti ile birleşti. Adana Cephesinden de bir
kuvvet, Karaman'a doğru gönderildi.
Konya üzerine yürüyen
kuvvetler, ayaklananlarla birkaç çarpışmadan sonra 6 Ekim 1920'de
Konya'yı kurtardı. Oradan kaçan ayaklanıcılar Koçhisar,
Akseki, Bozkır ve Manavgat yönlerine doğru gittiler.
Ayaklanıcıların başka
bir parçası da Afyonkarahisar'la Konya arasında, Kadınhan ve Ilgın'ı
ele geçirdiler. Bu bölgeye de Batı Cephesinden Yarbay Osman Bey komutasında
bir kuvvet gönderildi. Osman Bey birliği Ilgın, Kadınhan, Çığıl
ve Yalvaç'taki ayaklanmaları bastırdı. Güneyden gelen
kuvvetimiz Karaman'ı kurtardı.
Ayaklanma bölgesinde, ayaklanıcıları
tepelemeyi başaran kuvvetlerimiz, Bozkır, Seydişehir ve Beyşehir'i
de ayaklanıcılardan temizledi. Her yerde, ayaklanıcıların
döküntülerinden kimileri bize sığındılar, kimileri de
Antalya ve Mersin yönlerine doğru kaçtılar. Delibaş, Mersin bölgesinde
Fransızlara sığındı.
Saygıdeğer baylar, Yeşil
Ordu örgütünden söz ederken açıklamıştım ki, düşmana
karşı kurulacak kuvvetler konusunda karşıt iki görüş
çarpışmaya başlamıştı. Bizim tuttuğumuz düzenli
ordu kurma görüşüne karşıt olarak, "milis"
diyebileceğimiz bir çeşit örgüt kurma görüşüne genel bir akım
vermek için çalışılıyordu. Reşit, Ethem ve
Tevfik kardeşler, Kütahya yakınında "Kuvayi
Seyyare" (Gezici Kuvvetler)
adı altında ellerinde bulunan kuvvete dayanarak bu akımın başında
ve çok ateşli bir biçimde çalışıyorlardı.
İnönü
Zaferleri, Milli Anayasa (Teskilat-ı Esasiye Kanunu) ve
Meclis'te Belirmeye Başlayan Siyasi Gruplar
Birinci
İnönü Utkusu (Zaferi)
İznik'ten, Gediz üzerinden
Uşak'a dek bir çizgi tasarlayınız. Bu çizginin Gediz kuzeyinde
kalan parçası iki yüz kilometredir. Gediz'den Uşak'a olan parçası
da, yaklaşık olarak otuz kilometredir. Düşman üç tümenle bu
kesimin kuzey ucundan Eskişehir üzerine doğru yürüdü. Bizim
Gediz'de bulunan önemli kuvvetlerimiz, Eskişehir üzerinden bu düşman
tümenlerini karşılamak zorundaydı. Karşıladı, yendi; devrim tarihimize Birinci İnönü Utkusu'nu yazdı.
Güney Cephesi
kuvvetleri, eski yerlerine, Dumlupınar'a geri gönderildiler. Kütahya'da
yalnız Altmış Birinci Tümen, iki alaya yakın kuvvetiyle
İzzettin Bey (Ordu Müfettişi İzzettin Paşa) komutasında
bırakılmıştı.
Düşmanla
İşbirliği Yapan Manisa Milletvekili Reşit Bey'in
Milletvekilliğinden Çıkarılması Kararı
Baylar, 8 Ocak 1921 Cumartesi günü
Meclisin
açık oturumunda durumu anlatıyordum.
Artık herkes gerçeği görmüş ve anlamıştı. Ethem
ve kardeşlerine yumuşak davranılması düşüncesinde
bulunanlar, bu kez onları kötülemede pek coşkun idiler. Ben
konuşurken: "Ethem, Tevfik ve Reşit beyler" deyince, bu türlü
konuşmama karşı çıkıldı. Yükselen bir ses:
"Paşa Hazretleri, artık Bey demeyiniz. Hain deyiniz!"
uyarmasında bulundu. Ben "Ethem ve Tevfik hainleri diyeceğim;
ama, daha Büyük Millet Meclisi üyesi kimliğini taşıyan Reşit
Bey için de bu sözü kullanmak zorundayım.
Yüce kurulunuza saygımdan bunu söyleyemem. İlkin Reşit Bey'in
üyelikten çıkarılmasına oy vermenizi rica ederim." dedim.
Başkan:
"Ulusun ve ülkenin çıkarlarına karşı silah kullanarak
düşmanlarla işbirliği yapan Manisa Milletvekili Reşit
Bey'in milletvekilliğinden çıkarılmasını kabul
buyuranlar el kaldırsın!" dedi. Eller kalktı, kabul olundu.
Ethem
ve Kardeşleri, Canlarını Refet Paşa'ya Borçludurlar
Yunan ordusunun yaptığı
bu saldırıda Ethem ve kardeşleri de kendilerine düşen görevi
yapmaktan geri durmadılar. Yeniden Kütahya'ya yönelerek orada bulunan tümenimize
saldırmaya başladılar. İzzettin Paşa'nın sağlam
karakteri, bilgilice komutası ve buyruğu altındaki Türk subay ve
erlerinin üstün yiğitlikleri Ethem ve kardeşleriyle birlikte saldıran
hain kuvvetleri yendi ve kaçmak zorunda bıraktı. Eğer, kendileri
de başta olmak üzere büsbütün yok edilmekten kurtulabilmişlerse,
bunu da hiç sevmedikleri Refet Paşa'ya
borçlu bulunduklarını söylemeliyim. Bu noktayı açıklayıvereyim:
Refet Paşa iki süvari
tümeniyle Dumlupınar'ın on kilometre kadar doğusunda Küçükköy'de
bulunuyordu. Kütahya'daki Altmış Birinci Tümene, batıdan saldıran
Ethem kuvvetlerini çarçabuk yenmek ve yok etmek üzere yürüyüş buyruğu
verildi. Refet Paşa, süvarileriyle, Ethem kuvvetlerinin yan ve arkasına
gidecekti. Bulunduğu yerden kuzeye, Kütahya'ya bakılacak olursa bu görevin,
serbest bir yürüyüşle ve pek etkin olarak yapılabileceği
belliydi. Oysa, Refet Paşa, gereken yere gitmemiş; bunun ters yönüne,
Kütahya'nın batısına değil, doğusuna, Alayunt'a gitmiş.
Süvari kuvvetleri, 12 Ocak 1921 günü öğleye doğru Alayunt bölgesine
ulaştı.
Refet Paşa,
İzzettin Paşa ile görüşmek üzere Kütahya'ya gitti. İzzettin
Paşa, süvari tümenlerinin Kütahya güneyinden, Yellice dağı
batısından, hepsi atlı olan Ethem kuvvetlerinin gerilerine gönderilmesini
önermiş.
Refet Paşa, iki
tarafın savaş durumu üzerinde tam bir bilgisi olmadığını
ileri sürerek, böyle bir harekete yanaşmamıştır. Refet Paşa,
İzzettin Paşa kuvvetlerinin doğuya, Porsuk suyu gerisine çekilmesi
gerekirse, süvarileriyle Kütahya ovasından ayaklanıcıların
yan ve gerilerine saldırmayı düşünüyormuş. Hayvanlarından
inip, piyade tümenimiz karşısında yaya olarak savaşmakla çok
zayıf bir duruma düşmüş olan ayaklanıcıların üzerine
yürümekten kaçınan komutanın, piyade tümenimiz yenilip geri çekilirken
atları üzerinde bulunacak olan, içgüçleri yükselmiş ayaklanıcıların
hangi yanına ve nasıl saldırmayı düşündüğü gerçekten
her asker için üzerinde durulacak bir sorundur. Böyle şey olamaz! Bu düşman
atlıları, geri çekilmek zorunda bıraktığı
piyadeden dönüp Refet Paşa süvarileri üzerine atılmayacak mıydı?
Baylar, savaş
alanına, top ve tüfek sesine gelen bir kuvvetin, bir tek tüfek (bile
olsa), savaşan ve kendinden olan bir kuvvetin yenilmesini bekleyip ondan
sonra iş görebileceğini sanması, yalnız asker olanların
değil, en kısa görüşlü insanların bile usa yatkın
bulacağı bir düşünce değildir. Görev ve özveri, savaşan
birliklerin, yenilmeden ve çekilmeden başarısını sağlamaya
çalışmakla yapılır.
Arkadaşı
savaşırken ve yardım beklerken seyirci kalmış
komutanlar, arkadaşının yenilmesine tanık olabilirlerse de,
tarihin ezici yergisinden ve suçlamasından hiç mi hiç kurtulamazlar.
İzzettin Paşa,11
Ocak 1921 günü öğlesinden 13 Ocak gece yarısına dek süren
sert ve bunalımlı savaşlar sırasında, süvari gruplarının
da savaşa katılması zamanının geldiğini
Genelkurmay Başkanlığına bildirmişti. Refet Paşa,
Güney Cephesinden getirtmekte olduğu Sekizinci Tümen yetişebilirse,
14 Ocakta saldırıya geçmek niyetinde olduğunu birliklerine
duyuruyordu. İzzettin Paşa 11, 12, 13 Ocak günlerinde yalnız başına
düşmanla savaştıktan sonra, akşam gün batarken, yaptığı
bir karşı saldırıyla başkaldırıcıları
yendi ve kaçmak zorunda bıraktı. Refet Paşa savaşa seyirci
kalmakla büyük bir fırsat kaçırdı. Ayaklanıcıların
kaçmasına elverişli bir durum yarattı. 14 üncü günü, buyruğu
altındaki bütün süvari kuvvetlerini, Süvari Tümeni komutanlarından
Derviş Bey'in (Kolordu Komutanı Derviş Paşa) buyruğu
altına vererek onu, Ethem'i kovalamakla görevlendirdi. Derviş Paşa,
geceleri de yürüyerek, Afşar'da, özellikle Gediz'de Ethem kuvvetlerinin
gerilerine doğru yönelttiği korkunç vuruşlarla Ethem, Tevfik,
Reşit kardeşleri sersem etti. Kuvvetlerinin toplanmasına zaman bırakmadı.
Derviş Bey, Ethem ve kardeşlerini, 14 Ocaktan 22 Ocağa dek dokuz
gün soluk aldırmaksızın boyuna kovalamıştır.
Sonunda bütün Ethem kuvvetleri tutsak edilmiş, yalnız Ethem, Tevfik
ve Reşit kardeşler yeni görev almak üzere düşman içine kaçabilmişlerdir.
İzzet
ve Salih Paşalar, Ankara'dan Kıvanır Görünmüyorlar Ne Olursa
Olsun, İstanbul'a Gitmek İstiyorlardı
Saygıdeğer baylar,
Ankara'da bulunan İstanbullu konuklarımıza bir, bir buçuk ay süren
konuklukları sırasında çok şeyler göstermek fırsatları
bulduğumuzu sanıyorum. Ayaklanan Ethem ve kardeşlerinin
kuvvetleri ortadan kaldırıldı. Yunanlıları,
üç günde İnönü'de yendik. Büyük
Millet Meclisi'nin kıvanç ve gönül rahatlığı duyacağı
yeni bir dönem açıldı. Ama İzzet
ve Salih
paşalar bunların hiçbirinden kıvanç duymuş görünmüyordu;
sıla özlemine tutulmuş
gibi, ne olursa olsun İstanbul'a gitmek
istiyorlardı. İstanbul'daki arkadaşlarının da çok kaygı
duymakta oldukları anlaşılıyordu.
Ankara'ya gelişlerinden
on gün sonra, Fransız telsiziyle, Zonguldak'a bir telyazısı
gelmişti. Telyazısı şudur:
16
Aralık 1920
Zonguldak Mutasarrıflığı
Aracılığıyla İzzet
Paşa Hazretlerine
Sizlerden şimdiye dek bir bilgi alınamadığından
yüksek kurulunuzun Ankara'ya varış haberinin beklenilmekte olduğu.
Mustafa Arif
İki gün sonra
Adapazarı üzerinden de şu telyazısı geldi:
Dahiliye Nazırı İzzet Paşa
Hazretlerine
Sizlerden bir bilgi alınamadığından (Ankara'ya)
varış haberinizin beklenilmekte olduğu üzerine birkaç gün önce
Zonguldak yoluyla çekilen tel karşılığının çabuklaştırılması
rica olunur.
Dahiliye
Nazırı Vekili
Mustafa
Arif
Tevfik Paşa Hükümeti
adına Ziya Paşa'nın İnebolu'ya
gönderdiği bir özel görevli, 10/11 Ocak 1921'de uzun bir şifre
ile birtakım bilgiler
veriyordu.
İzzet Paşa kurulunun Anadolu'ya katılma haberi İstanbul'ca
doğrulanmış. Hükümet, İzzet Paşa'dan bilgi istiyormuş.
Ziya Paşa, Safa, Mustafa Arif ve Raşit Beyler de demişler ki:
"Ülkenin çıkarı, kurulun Ankara'da kalmasını
gerektiriyorsa buna bir şey denilmez. Böyle olunca da, hükümetin düşeceği
kesindir. Ancak, biz de bu yurdun çocuklarıyız. Hiç olmazsa durumdan
bizlere de bilgi versinler. Bizi aydınlatsınlar,
biz de ona göre bir yol tutalım."
Ziya Paşa,
Paris'ten, Ahmet Rıza Bey'den aldığı bir mektupta yazılanlardan
ve İstanbul'da güvenilir bir kaynaktan elde ettiği bir bilgiyi de açıklatıyordu.
Ahmet Rıza Bey
diyormuş ki: "Eğer Ulusal Kuvvetlerin savaş gücü
elveriyorsa İzmir sorunu, iyi hazırlanmış bir baskınla
olup bittiye getirilerek çözülmelidir." Aldığı bilgi bunu
doğruluyormuş. Kral Konstantin'i tutacaklarmış.
Ziya Paşa'nın
özel olarak edindiği bilgiler de, son konferanstan önce Yunanlıların,
kuvvetleri artırılarak, büyük bir saldırıya geçirileceği
yolunda idi.
Damat Ferit Paşa çok sıkı çalışmaya başlamış
Baltalimanı'nda yeni kurulacak hükümet için, türlü türlü listeler düzenlenmeye
başlanmış.
İnebolu'ya gelmiş olan özel görevli aracılığıyla Ziya Paşa'ya ve arkadaşlarına gönderttiğim yanıtta, verdikleri bilgiye teşekkürden sonra: "İzzet ve Salih Paşalar, ortak amacımızın kesin gereği olarak Ankara'da kalmışlardır." dedim. Kendilerinin İstanbul'da iş başında kalmaları uygun ise de düşmeden önce, hepsinin, şimdiden el altında bulunduracakları güvenilir ve hızlı giden bir araçla hemen Anadolu'ya gelmelerinin, yurdun yüksek çıkarları için gerekli olduğunu ve böylelikle yapacakları hizmet ve özveriye ulusça pek çok değer verileceğini yazdım.
Özel görevlinin
İstanbul'a döndükten sonra İnebolu'ya gönderdiği ve oradan 19
Ocak 1921'de Ankara'ya çekilen şifrede, Ziya Paşa ve arkadaşlarının
görüşüme uygun bir yol tutmaya karar verdikleri bildirilmişti.
Sadrazam
Tevfik Paşa Benimle İlişki Kuruyor
Baylar, bu günden bir hafta
kadar sonra Kocaeli Komutanlığından şöyle bir telyazısı
aldım:
Geyve
İstasyonu, 26.1.1921
Büyük Millet Meclisi Başkanlığına
Ülkenin yüksek çıkarlarıyla ilgili önemli bir konu üzerinde Sadrazam Paşa'nın sizinle makine başında görüşmek istedikleri İstanbul Telgraf Genel Müdürünün 26.1.1921 günü saat 16.30'da yazdırdığı telle bildirilmektedir. Bu konudaki buyruklarınızı beklediğimi sunarım.
Kocaeli Komutanlığına aynı gün makine başında verdiğim yanıtta dedim ki:
İstanbul, Geyve ile doğrudan doğruya nasıl
haberleşebilir? İstanbul'da Tevfik Paşa ile ya da herhangi
biriyle haberleşip ilişki kurabilmem, Bakanlar Kurulu'ndan ve belki
Meclis'in kararına bağlı bulunduğundan bu konuda şimdiden
bir şey diyemem. Tevfik Paşa ile telgraf görevlisinin bile açıktan
açığa haberleşmesi, yabancıların İstanbul'a karşı
olan durumumuz üzerindeki görüşlerini alt üst edeceğinden, uygun
değildir. Ancak Tevfik Paşa bana değil, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümetine başvurmak dileğinde ise, bu dileği kabulü
doğaldır. Bunun resmi olmayarak ve haberin bize ulaştırıldığı
yolla Tevfik Paşa'ya duyurulmasında sakınca yoktur.
İstanbul'dan
Adapazarı'na telgraf yolu, oradan da Geyve'ye askerlerce korunup kullanılan
telefon yolu vardı. Tevfik Paşa'nın benimle kapalı olarak görüşmek istemesi üzerine
İstanbul teli Ankara'ya bağlattırıldı.
Tevfik Paşa'dan
açık olarak şu teli aldım:
İstanbul,
27.1.l921
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
25 Ocakta Paris'te toplanan kurulun aldığı kararlar
gereğince Doğu Sorununun çözümünü görüşmek üzere 21
Şubatta Londra'da İtilâf devletleri (Nutuk metninde: Düvel-i Müttefika.)
delegeleriyle Osmanlı ve Yunan hükümetleri delegelerinden kurulacak bir
konferans, toplantıya çağrılacaktır. Yürürlükteki antlaşmada,
olaylar dolayısıyla zorunlu görülecek değişiklikler yapılacaktır.
Padişah Hükümetine gönderilecek çağrı için, Mustafa Kemal Paşa'nın
ya da Ankara'ca yetki verilmiş delegelerin Osmanlı delegeler kurulu
arasında bulunmaları koşulu ileri sürülmüştür. Bu
kararları, İtilâf devletlerinin İstanbul temsilcileri bildirdi.
Görevlendireceğiniz delegeler buradan seçeceğimiz kişilerle
birleşerek yola çıkacaklardır. Kararınızı ve bu
telin karşılığını bekliyorum. Dikkatli davranılması
gereken bir zamanda bulunduğumuzdan bu gibi kimi önemli bildirimler için
telgraf yolunun açık bulundurulmasını rica ederim. Makine başında
hemen yanıt verilebilecekse telgraf başında beklemekteyim
efendim. Bir de şifre var efendim.
Tevfik
Şifrenin açılmışı da şu idi:
İstanbul,
27 Ocak 1921
Saat:
8 sonra
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Londra Konferansında etkin konuşmak için Yunanlıların,
bir kolorduyu İzmir'e göndermekte ve Trakya'daki Kuvvetlerini de
Anadolu'ya yollamakta olduğu ve on güne dek bir saldırıya başlayacakları
inanılır kaynaklardan öğrenilmiştir.
Tevfik
Paşa'ya Verdiğim Resmi ve Özel Karşılıklar
Baylar, Tevfik Paşa'ya, yanıt
olarak çektiğim tel şu idi:
Ankara,
28 .1.1921
İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretlerine
Y:
27.1.1921 tele:
Ulusal buyruma dayanarak Türkiye'nin alın yazısını eline alan, yasal ve bağımsız tek egemen kuvvet, Ankara'da sürekli çalışmakta olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Türkiye ile ilgili bütün sorunları çözümleyecek ve her türlü dışişlerinde başvurulacak yer, ancak bu Meclis'in Bakanlar Kuruludur. İstanbul'daki herhangi bir kurulun hiçbir yönden yasal ve hukuksal bir niteliği yoktur. Bunun için, böyle bir kurulun kendine hükümet adını vermiş olması, ulusun egemenlik haklarına açıkça aykırıdır ve bu ad altında, yurdun ve ulusun hayatıyla ilgili işlerde dışarıya karşı, kendini başvurulacak yer olarak göstermesi uygun görülemez. Kurulunuza düşen yurt ve vicdan ödevi, hemen durumun gerçeklerine uyarak, ulus ve ülke adına başvurulacak yasal hükümetin Ankara'da olduğunu kabul edip bildirmektir. Ulusumuz ve ülkemiz adına yasal yetkili hükümetin Ankara'da olduğunu İtilâf Devletlerinin anlamış oldukları kuşku götürmez ise de, sözü geçen devletlerin bu görüşlerini açığa vurmakta gecikmeleri, İstanbul'da aracı bir kurul bulunmasının kendileri için yararlı olabileceğini sanmalarından ileri geliyor.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümeti; barışı ve esenliği gerçek
bir içtenlikle dilediğini açıklamış; yalnız ulusal
haklarının tanınmasını istemekten öteye geçmeyen koşullarını
birçok kez duyurmuş ve bu haklar tanınırsa, önerilecek görüşmeleri
kabule hazır olduğunu bildirmiştir. İtilâf devletleri
Londra'da toplayacakları konferansta Doğu Sorununu adalet ve hak çerçevesi
içinde çözümlemeye karar vermişlerse, çağrılarını
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetine doğrudan doğruya göndermelidirler.
Yukarıda sözü edilen koşullara uygun olarak yapılacak çağrının
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetince iyi karşılanacağını
yeniden bildiririz. Saat: 00.30 önce.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi
Başkanı
Mustafa Kemal
Bunun arkasından da kendim
özel olarak şu teli çektim:
Tel
Ankara,
28 Ocak 1921
İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretlerine
Sizler
gibi yaşadığı sürece bu ulusa ve ülkeye aralıksız
olarak değerli hizmetlerde bulunmuş sayın bir kişi için, bütün
geçmiş hizmetlerinizi tamamlayıp yüceltecek eşsiz, tarihsel bir
fırsat çıktığı kanısındayız. Biz tam
birlik içinde iş görmek istiyoruz. (İstanbul Hükümetinin) aracılığı
ile çağrıldığımız konferansta, ülkeyi ayrı
ayrı temsil edecek iki kurulun ne denli sakıncalar doğuracağını
iyice anladığınıza inanıyoruz.
Ulusun,
salt egemenlik haklarını koruma uğrunda harcadığı
emekler, akıttığı hesapsız kanlar, birçok iç ve dış
güçlüklere karşı gösterdiği dayanç ve direnç, bugün karşısında
bulunduğumuz elverişli yeni durumu yarattı. Bir yandan da dünya
olayları dayanç ve direncimizin temel amacı olan tam bağımsızlığımızı
sağlayıcı bir yolda gelişmektedir. Bizi tutsak olmaya ve yıkılmaya
zorlamak istemiş olan hükümetler karşısında, ulusal haklarımızı
savunurken, maddi ve manevi bütün ülke güçlerinin birlikte hareket etmesi
çok gereklidir. Bunun için Padişah Hazretlerinin, ülkede ulusal iradenin
belirdiği tek yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni tanıdığını
resmi olarak bildirmesi artık gerekli olmuştur. Böylece, İstanbul'un,
ülkeye arka arkaya birçok zararlar getirdiği uğursuz denemeler
sonunda anlaşılan ve ancak yabancılar yararına sürdürülen
olağandışı durumuna bir son verilebilir. İtilâf
Devletleri temsilcilerinin yaptığı bildirim gösteriyor ki,
İstanbul'dan gidecek bir delegeler kurulunun Londra Konferansına katılabilmesi,
ancak bu kurulda Ankara Hükümetince tam yetki ile görevlendirilmiş
temsilcilerin de bulunması koşuluna bağlıdır. Böylece
İtilâf Devletleri, Türkiye adına barış görüşmelerine
katılacak delegelerin ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetince gönderilebileceğini
yeter bir açıklıkla ortaya koymuş oluyorlar. Eylemli ve hukuk
bakımından ülkede yasal tek hükümet olan Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümetinin koyduğu ve yayımladığı ilkeleri
kabul buyurmanızı ve bu ilkelerin düşmanlarımızca da
onaylanmasını kolaylaştırmak için bize katılarak
durumunuzu düzeltmenizi ve saptamanızı, tarih ve ulus karşısında
yüklendiğimiz görev ve yetkiyle öneririz. Böylece, savaşımımızı
mutlu bir sonuca eriştirme işi çabuklaştırılmış
olur. Birlik olarak çalışmak ve ulusal istekleri olanca gücümüzle
savunmak düşüncesiyle yaptığımız bu öneri kabul
buyrulmaz ve uygulanmazsa, padişahlık ve halifelik katında oturan
Padişah Hazretlerinin durumunun sarsılması tehlikesinden haklı
olarak korkulur ve biz, ulusal iradenin vermiş olduğu hukuka dayanan
ve eylemli bütün yetkileri elinde bulunduran bir hükümet olarak şimdiden
bildirir ve belirtiriz ki, bundan doğacak sorumluluk, önceden
kestirilemeyecek olan bütün sonuçlarıyla, doğrudan doğruya
Padişah Hazretlerinin olacaktır. Bu durum karşısında
sizlerin, vicdan ve tarih görevinizi tam olarak yapmanızı ve sonucunu
bize kesin ve açık olarak bildirmenizi bekliyoruz. Özel saygılarımızın
kabulünü rica ederiz efendim.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi
Başkanı
Mustafa
Kemal
Saygıdeğer baylar, aslında
manevi ve maddi değeri kalmamış, ama varlığı da çok
zararlı olan İstanbul Hükümetini ortadan kaldırmak önemliydi.
Buna engel olanların başında padişah ve halife bulunuyordu.
Bundan dolayı bu makama durumun açıklık kazanması için,
yapılacak ilk işin, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni ve Hükümetini
tanıtmak olması gerekirdi. Gerçekte, elimiz altında ve yakınımızda
olmayan bu makama karşı başka bir işlem uygulamaya, şimdilik
maddi olanak da yoktu. Bunun için, Tevfik Paşa'ya yine o gün şu
üçüncü teli de yazdım:
Ankara,
28 Ocak 1921
İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretlerine
Resmi
ve özel telyazımızdaki düşünce ve önerilerimizi aşağıda
özet olarak yeniler ve gereğinin tez elden yapılmasıyla
sonucunun bildirilmesini rica ederiz:
1- Padişah, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni tanıdığını
kısa bir buyrukla açıklayacaklardır. Bu buyruk, padişahlık
ve halifelik makamının dokunulmazlığını temel ilke
olarak kabul etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni, şimdiki
durumu, niteliği ve yetkisiyle Padişahın kabul buyurduklarını
kapsayacaktır. Başkaca ayrıntıların eklenmesi, şimdilik
karışıklığa yol açabilir.
2-
Birinci madde hükmü yerine getirildiğinde yalnız ailece
durumumuzun iç düzenlenmesi aşağıdaki gibi olabilir:
Padişah Hazretleri eskisi
gibi İstanbul'da otururlar. Yetkili ve sorumlu olup her türlü saldırıdan
korunmakta olan ve her türlü bağımsızlık koşullarını
özünde toplamış bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümet,
şimdilik Ankara'da bulunur. Elbette, artık İstanbul'da hükümet
adı altında bir kurul kalmaz. Ancak, İstanbul'un özel durumu
dolayısıyla Padişahın yanında, Büyük Millet
Meclisi'nce görevlendirilecek ve yetki verilecek bir kurul bulundurulur.
3-
İstanbul kenti ve dolayları yönetiminin nasıl düzenleneceği
daha sonra düşünülür ve uygulanır.
4-
Bildirilen koşullar kabul edilip uygulanınca, Büyük Millet
Meclisi'nin onayladığı bütçemize padişah ve padişah
soyundan kişiler için daha önce konulmuş olan ödenekle birlikte, görevlendirilecek
bütün işyarların ve öbür aylıklıların aylıklarını
vermek için gerekli paralar hükümetçe sağlanacak ve ödenecektir. Akçalı
gücümüz (kudreti maliyemiz) bunu karşılayacak yeterliktedir.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi
Başkanı
Mustafa
Kemal
Tevfik Paşa'nın bu
uzunca telimize gece verdiği yanıt çok kısa oldu. Tevfik Paşa'nın
yanıtı şu idi:
Tel
28/29.1.1921
Telyazılarını
aldım. Yarın kurulu toplayarak saat altıda bilgi veririm efendim.
Tevfik
Paşa ve Arkadaşları Anadolu'yu İstanbul Hükümetine Bağlamaya
Çalışıyor
Tevfik Paşa, kurulunu toplamış; şu yanıtı verdi. Bunu
da, olduğu gibi bilginize sunacağım:
İstanbul,
29.1.1921
Ankara'da
Mustafa
Kemal Paşa Hazretlerine
28 Ocak 1921 günlü üç telyazınıza yanıttır:
Şimdiki hükümet, İstanbul ile Anadolu'nun birleşmesindeki
yararlara öteden beri değer verdiğinden bu amaçla iş başına
gelmiş ve şimdiye dek bu uğurda çalışmıştır.
Ulusun egemenlik haklarını korumak için harcadığınız
emeklerin ve verdiğiniz kurbanların, karşısında bulunduğumuz
elverişli durumu yarattığı, buna büyük ölçüde etki yaptığı
kanısındayız. Bundan ötürü bir ulusal yarar sağlayacak önerilerinizi
kabule hazırız. Bu bakımdan, bildirdiklerinizle ilgili görüşlerimizi
aşağıda açıklıyorum:
Konferansa dolaylı olarak çağrılmanız doğaldır.
Çünkü İtilâf Devletleri hükümetlerinin temsilcileri buradadır.
Bunun için, İstanbul'da bulunan ve sizinle işbirliği yapmaya çalışan
bir hükümet aracılığıyla bildirim yapılması pek
doğal görülmelidir. Şimdiye değin Anadolu'yu tanımayı
bile gerekli görmeyen Avrupa hükümetlerinin, özellikle Anadolu delegelerinin
konferansta bulunmalarını koşuldan saymaları sevindirici bir
olaydır. Bu bakımdan, bir yöntem sorunu yaratarak bu mutlu değişimden
yararlanmamak, ulusa karşı yüklendiğiniz görevle hiç bağdaşmaz.
Doğrusu aranırsa, birleştiğimiz kamuya duyurulduktan sonra,
delegelerimiz de ayrı ayrı değil, hep birlik sayılır.
Delegeler kabul edilen ilkeler çerçevesi içinde konuşacaklarına göre
bu konuda bir sakınca düşünülemez. Demek, devlete ve ulusa karşı
yükümlü olduğumuz görev, bu tarihsel anda bize uzatılan elden
yararlanmayı kesin olarak buyurmaktadır. Bundan kaçınmanın
Yunan isteklerine karşı savunmasız kalmamıza ve ülkemizde
daha uzun zaman savaş yıkımlarının sürüp gitmesine
yol açacağı düşünülmelidir. Aslında, isteklerimizi
konferansta ileri sürmek ve hakkımızı Avrupa'ya duyurmak, söz
gelişi, konferans sonuçsuz bile kalmış olsa bir zarar getirmez.
Sizin ve arkadaşlarınızın yurtseverliği, bu fırsatın
kaçırılmayacağı güvencesini vermektedir. Şimdiye dek
eski hükümetlerce alınmış ve her iki yan için kötü sonuç
vermiş olan kararlar kaldırılacağı doğal olduğundan
aramızda artık ayrılık, gayrılık kalmamıştır.
Ancak, İstanbul işgal altında bulunduğundan, buradaki hükümetin
kaldırılmasıyla, hükümet işlerinin büsbütün İtilaf
Devletleri eline geçmesine ve sonuç olarak, antlaşmadaki, İstanbul'la
ilgili maddelerin yürürlüğe konulmasına meydan verilmiş olacağı
gibi, savaş halinde bulunduğumuz Yunan askerlerinin şu sırada
İstanbul ve dolaylarında bulunuşu da, bu önerileri uygulanamaz
bir duruma getirmiştir. Kurulumuzun iş başında kalma düşüncesinin
bu görüşlere etki yapmadığı yolunda size güvence vermeyi
bile gerekli görmem. Gerçekte bugün en ivedilikle çözümü gereken sorun,
zamanı yaklaşmakta olan konferansa delegelerimizi yetiştirmektir.
Biz konferansa katılmayacak olursak, Yunanlılar katılacakları
için, yoklayın (gıyabi) hüküm giymek ve davamızı yitirmek
tehlikesi karşısında kalacağımızdan bu konuda
sorumluluk kabul edemeyeceğimizi bildirir ve toplantı gününden önce
konferans yerinde bulunmak yararımıza olacağından
delegelerinizin ivedilikle buraya gönderilmesini rica ederim.
Sadrazam
Tevfik
Saygıdeğer
baylar, Tevfik Paşa ve hükümeti, İstanbul ile Anadolu'nun birleşmesi
için çalışmış olduğunu söylüyor. Doğrudur. Biz
de bunun için çalışmakta idik; şu ayrımla ki, Tevfik Paşa
ve arkadaşları Anadolu'yu, eskiden olduğu gibi, İstanbul'a
bağlamak ve tutsak etmek istiyorlardı. O İstanbul ki, düşman
kuvvetlerinin elinde bulunuyordu. Tevfik Paşa ve arkadaşları,
Anadolu'yu İstanbul hükümetine bağlamaya çalışıyor.
Öyle bir hükümete ki, dünyada varlığına ses çıkarılmıyorsa
düşman isteklerini kolaylaştırmaya yarayacak nitelikte görüldüğü
içindi. Tevfik Paşa ve arkadaşlarına göre elverişli
durumun doğmasında Anadolu savaşının tümden etkisi
vardır. Ama, bu durumu yaratan yalnız Anadolu savaşımı
değildir. Belki bu yaşlı diplomat, bu kerameti kendisinin iş
başına gelmesinde düşlüyordu.
Anayasanın
Temel Maddelerini Tevfik Paşa'ya Bildirdim
Tevfik
Paşa'ya şöylece yanıt verdim:
Ankara, 30.1.1921
İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretlerine
1-27.1.1921
ve 28.1.1921 günlerinde çektiğim üç tel ile sizlere gerekli bulunan ve
uygulanması ve desteklenmesi zorunlu olan bütün işleri açıklık
ve kesinlikle bildirmiş olduğuma inanıyorum. Buna karşın,
29 Ocak 1921 günlü telinizle durumun daha gereği gibi anlayışla
ve doğru olarak gözden geçirilmemekte olduğunu gördüm. Durumun önemi
ve zamanın ağırlığı dolayısıyla, sizinle
birlikte sayın arkadaşlarınızı ve özellikle Padişah
Hazretlerini her bakımdan bir kez daha aydınlatmamız bir görev
oluyor. Düşünce ve yargılarınızdan doğru sonuçlar çıkarmanızı
kolaylaştırmak amacıyla Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nce konulan ve uygulanan Anayasanın temel
maddelerini, olduğu gibi aşağıda bildiriyorum:
Anayasa
Temel
Maddeler
1-
Egemenlik sınırsız ve koşulsuz olarak ulusundur. Yönetim
yöntemi, halkın kendi alınyazısını eylemli olarak
kendinin yönetmesi ilkesine dayanır.
2-
Yürütme gücü ve yasama yetkisi, ulusun tek ve gerçek temsilcisi olan
Büyük Millet Meclisi'nde belirir ve toplanır.
3-
Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi'nce yönetilir ve hükümeti
"Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti" adını taşır.
4-
Büyük Millet Meclisi, iller halkınca seçilen üyelerden kurulur.
5-
Büyük Millet Meclisi'nin seçimi iki yılda bir yapılır.
Seçilen üyelerin üyelik süresi iki yıldır; bunlar yeniden seçilebilirler.
Eski meclisin görevi yeni meclis toplanıncaya dek sürer. Yeni bir seçim
yapılamayacağı anlaşılırsa toplantı dönemi
bir yıl uzatılabilir. Büyük Millet Meclisi üyelerinin her biri,
yalnız kendini seçen ilin ayrıca vekili olmayıp bütün ulusun
vekilidir.
6-
Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu, Kasım başında, çağrısız
toplanır.
7-
Din buyruklarının (ahkâmı şeriyenin) yerine
getirilmesi; bütün yasaların konulması, değiştirilmesi,
kaldırılması, antlaşma ve barış yapılması
ve savaş kararı verilmesi (vatan müdafaası ilanı) gibi
temel haklar Büyük Millet Meclisi'nindir. Yasalar ve tüzükler düzenlenirken,
halkın işine en uygun ve zamanın gereklerine en everişli din
ve hukuk hükümleriyle töreler ve önceki işlemler temel olarak alınır.
Bakanlar Kurulunun görev ve sorumluluğu özel yasayla belirtilir.
8-
Büyük Millet Meclisi, çeşitli bakanlıkları (inkısam
eylediği devairi) özel yasasına göre seçtiği bakanlar aracılığıyla
yönetir. Meclis, yürütme işleri için bakanlara yönerge verir ve
gerektiğinde bunları değiştirir.
9-
Büyük Millet Meclisi genel kurulunca seçilen başkan bir seçim dönemi
süresince Büyük Millet Meclisi Başkanıdır. Bu kimlikle Meclis
adına imza atmaya ve Bakanlar Kurulu kararlarını onaylamaya
yetkilidir. Bakanlar Kurulu üyeleri, içlerinden birini kendilerine başkan
seçerler. Ancak Büyük Millet Meclisi Başkanı, Bakanlar Kurulunun da
doğal başkanıdır.
10-
Anayasanın (Kanun-ı Esasi'nin), işbu maddelerle çelişmeyen
hükümleri eskiden olduğu gibi yürürlüktedir.
Yukarıda
belirttiğim temel maddelere aykırı bir yol tutamayacağımızı
ve buna yetkili olmadığımızı yüce dikkatlerine önemle
sunarım. Meclis Başkanlığıyla başlayan yazışmanızın
gerektirdiği işlemin yürütülmesi Bakanlar Kuruluna bırakılmıştır
efendim.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa
Kemal
İlk
Anayasamızın Tarihçesi
Saygıdeğer baylar, bu telyazımda, temel maddelerini bildirdiğim Anayasa, daha on gün önce, yani 20 Ocak 1921 gününde Meclis'ten çıkmıştı. Meclis'in ve ulusal hükümetin durumunu, yetkisini, kuruluş biçimini ve niteliğini saptayıp belirten ilk yasadır. Meclis 23 Nisan 1920'de açıldığına göre, bu Anayasa'nın Meclisten çıkarılabilmesi için dokuz aylık bir zamanın geçmesi gerekmişti. Bu gecikmenin nedeni üzerinde biraz bilgi verebilmek için, izin verirseniz, kısa bir açıklamada bulunayım:
Biliyorsunuz ki, Meclisin açılmasından sonra çok gerekli ilkeleri içine alan bir önerge vermiştim. Meclis ve onun Bakanlar Kurulu, o ilkeleri işlemler üzerinde ilk günden uygulamaya başlamıştı. Bir yandan da, kurulmuş olan Temel Haklar Komisyonu, bu önerge kapsamı temel olmak üzere, bir yasa tasarısı hazırlamaya başladı. Ancak; dört aylık bir süre sonunda bu komisyon "Büyük Millet Meclisi'nin Kuruluş ve Niteliği ile İlgili Yasa (Büyük Millet Meclisi'nin Şekil ve Mahiyetine Dair Mevaddı Kanuniye)" başlıklı sekiz maddelik bir tasarıyı Meclis'e getirdi. 18 Ağustos 1920 gününde ivedilik kararıyla görüşülmesine başlanan bu yasa maddelerinin uzunca bir gerekçesi de vardır.
Komisyon tutanağının, Büyük Millet Meclisi'ni tanımlayan satırları arasında şu cümleler yazılı idi: "Halife ve Padişahın tutsak oluşundan ve başka olayların da buna eklenmesinden doğan zorunluk üzerine kurulan Meclis'imizin, bugünkü kuruluşuyla sonsuz olarak sürüp gideceğini kabul etmek, aşırı ve olağandışı durumlara olağan bir biçim vermek olur; oysa, olağandışı durumların kalımlı olamayacağı genel bir kuraldır. Ancak, sakatlanan padişahlık ve halifelik hakkı ile ulus ve yurdun bağımsızlığının elde edilmesine ve pekiştirilmesine değin bu durumun sürdürülmesi ve temel amaç olan kutsal umuların (ümniyelerin) gerçekleşmesi ile Meclis'in olağan bir duruma girmesi uygun görülmüş ve onun için ikinci maddenin birinci bölümü 'amacın gerçekleşmesine değin' sözüyle bağımlı kılınmıştır." Gerçekte Meclis'in toplanma süresi zamanla belirlenip sınırlanmamıştı.
Bu görüşe ve nedenlere göre 1920 Ağustosunda daha Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kalımlı, durum ve niteliğinin de olağandışı olmadığı düşüncesinin geçerli bulunduğu anlaşılıyor.
Yasa maddelerinin birincisi de: "Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme güçlerini ve devleti bağımsız olarak kendisi yönetir." biçiminde idi. Bu madde ile Meclis'e verilen yetkinin bile, gerekçeye göre geçici olması gerekeceği doğaldı. Geçici nitelikte olan bir kurumun yetkisi de varlığı süresince var olur.
Temel Haklar Komisyonu'nun görüş ve düşüncesi, Meclis'te de böylece belirdi. Dahası, Meclis üyelerinden birçokları amacın açıklanmasında, komisyonun dediklerini eksik bularak iyice açıklanmasını istediler. Dediler ki: "Birinci maddenin başına 'Halifelik ve padişahlığın kurtulmasına, yurt ve ulus bağımsızlığının sağlanmasına değin' biçiminde açıklık verici sözler eklemek gerekir." İkinci maddedeki "Amacın gerçekleştirilmesine değin" sözü yerine de yukarıdaki açıklayıcı sözlerin konulması gereği istendi. Bu konu çok tartışmalara yol açtı. Kimi milletvekilleri: "Yalnız, halifelik sözcüğünü koyalım; bu, padişahlığı da kapsar." dediler.
Kimi hoca efendiler bunu kabul etmediler. "Halifelik manevi bir iştir." düşüncesinde bulundular. "Halifelikte dinsel görev yoktur" diyenlere, hoca efendiler şu yolda yanıt verdiler: "`Padişahlık egemen olduğu ülkelerle ilgilidir. Halifelik ise yeryüzündeki bütün Müslümanlarla ilgilidir."
Bu tartışmalar
günler ve günlerce sürüp gitti. Çarpışan görüşlerden biri
açık idi: "Halife ve padişah vardır ve var olacaktır.
O var olunca bugünkü durum, biçim ve yetki geçicidir. Padişah ve
halifelik makamı çalışmaya fırsat bulunca, Anayasa'nın
ve siyasal kuruluşun ne olacağı bellidir, bilinmektedir. O bakımdan
yeni bir şey düşünmek söz konusu değildir. Halife ve padişah
katının çalışır duruma gelmesini sağlayıncaya
dek, Ankara'ya toplanmış olan. birtakım kişiler, geçici önlemlerle
çalışacaklardır."
Halifelik
ve Padişahlık Sorunları Üzerine Türkiye Büyük Millet
Meclisinde Yaptığım Açıklama
Buna
karşı olan görüşte açıklık yoktu: "Padişahlık
ulusa geçmiştir; padişahlık kalmamıştır.
Halifelik de padişahlık demektir; böyle olunca onun da varlığının
bir anlamı yoktur." diye apaçık konuşulamıyordu. Otuz
yedi gün sonra, 25 Eylülde, bir gizli oturumda Meclis'e birtakım açıklamalar
yapmayı yararlı gördüm. Ortaya atılan duygu ve düşüncelere
gerekli yanıtları verdikten sonra başlıca şu düşünceleri
ileri sürmüştüm:
Türk ulusunun ve onun biricik temsilcisi bulunan yüce Meclis'in, yurt ve ulusun bağımsızlığını, yaşamasını güven altında bulundurmaya çalışırken, halifelik ve padişahlıkla, halife ve padişahla bu denli çok ilgilenilmesi sakıncalıdır. Şimdilik bunlardan hiç söz etmemek yüksek çıkarlar gereğidir. Eğer amaç bugünkü halife ve padişaha olan bağlılığı bir daha söyleyip belirtmekse bu kişi haindir. Düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmakta kullandıkları araçtır. Buna "halife ve padişah" deyince, ulus, onun buyruklarına uyarak düşmanların isteklerini yerine getirmek zorunda kalır. Hain ya da makamının gücünü ve yetkisini kullanması yasak edilmiş olan kişi, aslında padişah ve halife olamaz. "Öyle ise, onu indirip yerine hemen başkasını seçeriz." demek istiyorsanız, buna da bugünkü durum ve koşullar elverişli değildir. Çünkü padişahlıktan ve halifelikten çıkarılması gereken kişi, ulusun içinde değil, düşmanların elindedir. Onu yok sayarak başka birini tanımak düşünülüyorsa, o zaman bugünkü halife ve padişah, haklarından vazgeçmeyerek İstanbul'daki hükümetiyle bugün olduğu gibi, makamını koruyup çalışmalarını sürdürebileceğine göre, ulus ve yüce Meclis, asıl amacını unutup halifeler sorunu ile mi uğraşacak? Ali ile Muaviye çağını mı yaşayacağız? Kısacası bu sorun geniş, ince ve önemlidir. Çözümü, bugünün işlerinden değildir.
Sorunu kökünden çözümlemeye girişecek olursak bugün içinden çıkamayız. Bunun da zamanı gelecektir.
Bugün koyacağımız yasa ilkeleri varlığımızı ve bağımsızlığımızı kurtaracak olan Millet Meclisi'ni ve ulusal hükümeti güçlendirecek anlam ve yetkiyi yükümlenmeli ve dile getirmelidir!
Baylar, bu açıklamamdan bir hafta önce, ben de Meclise bir
tasarı vermiştim, 13 Eylül 1920 günlü olup siyasal toplumsal, yönetimsel
ve askeri görüşleri özetleyen ve yönetim örgütleri ile ilgili
kararları içine alan bu tasarı, Meclisin 18 Eylül 1920 günkü
toplantısında okundu. İşte bugünden daha dört ay geçtikten
sonra kabul edilen ilk Anayasa bu tasarıdan çıkmıştır.
Londra
Konferansına Katılacak Delegeler Doğrudan Doğruya Ulusal
İradeyi Temsil Eden Büyük Millet Meclisince Seçilmelidir
Şimdi isterseniz İstanbul'la
yapılan haberleşmelere geçelim.
Tevfik Paşa, 27 Ocak günlü
telinde yazılı olanları 29 Ocak günlü teliyle yeniden bildirdi.
Bakanlar Kurulu Başkanlığından şu yanıt verildi:
Ankara,
30.1.1921
İstanbul'da Tevfik
Paşa Hazretlerine
İtilâf Devletleri siyasasında Türkiye yararına
beliren son gelişme ulusun özverili dayancının ürünüdür. Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin, Sevr Antlaşmasını tümüyle geri çevirmesi
üzerine ortaya çıkan şu durumdan ulusal çıkarlarımıza
en uygun sonuçların elde edilmesi, Londra
Konferansına katılacak delegelerin, doğrudan doğruya, ulusal
iradeyi temsil eden Büyük Millet Meclisi'nce seçilip görevlendirilmiş
olmasına bağlıdır. Uğursuz Sevr Antlaşmasını
imzalamış bir kurulun
özel kalıtçısı olan delegelerinizin, ülkeye ve ulusa yarayışlı
sonuçları elde edebilmeleri olanaksızdır. Bunun için sizin
yurdun yüksek çıkarlarını düşünerek bu barış görüşmelerinde,
aradan çekilip, Büyük Millet Meclisi delegelerini, ulusal birliği bütünü
ile gösterecek bir durumda serbest bırakmanız gerekir. Bundan ötürü,
bir yandan, önceki bildirimimiz üzerinde yapılacak görüşleri sağlayıp
yürütmeniz, bir yandan da aşağıdaki kararları ivedilikle
kabul edip uygulamanız rica olunur:
1-
Londra Konferansına katılacak Türkiye Delegeler Kurulu, yalnız
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetince seçilip gönderilecektir.
2- Bu Delegeler Kurulu yanına verilmesini gerekli gördüğümüz
kimi uzman danışmanları, siz hazır edip gerekli belgelerle
birlikte Delegeler Kuruluna katılmak üzere göndereceksiniz.
3- Bizim göndereceğimiz bu Delegeler Kurulunun bütün Türkiye'yi
temsil edecek tek kurul olduğunu da İtilâf Devletlerine
bildireceksiniz.
4- Vaktin darlığı yüzünden alınan bu kesin ve değişmez
kararlara uymazsanız ülkenin ve ulusun esenliği adına doğacak
tarihsel sorumluluk tümüyle kurulunuzun olacaktır.
Bakanlar
Kurulu Başkanı
Fevzi
Baylar, Tevfïk Paşa'nın çalışma arkadaşı olup Ankara'da bulunan İzzet Paşa'nın da bir tel çekmesinin yararlı olacağını düşündük. İzzet Paşa'nın teli şu idi:
Şifre
Ankara,
30.1.1921
İstanbul'da Tevfik Paşa
Hazretlerine
Şubat sonlarında Londra'da toplanacak konferansla ilgili
olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa
Hazretleriyle aranızda geçen açık yazışmalar kapsamını
öğrenmiş bulunuyoruz. Kurulumuzun uğradığı başarısızlıktan
sonra yine düşünce bildirmeğe kalkışmak utanç verici
olursa da gerçek durum ve buradaki etkin görüşler üzerinde sizleri aydınlatmayı
yurtseverlik duygusuyla gerekli görüyoruz. İstanbul'un düşman
elinde olması dolayısıyla oradaki bir hükümetin, ulusun temel
çıkarlarını savunmaya gücü yetmeyeceği buraca doğal
görülmektedir. Ayrı iki kurul olarak konferansa katılmaktan da,
sonradan Anadolu ile İstanbul'un ayrılmasına yol açılacağı
korkusuyla çekinilmektedir. Mustafa Kemal Paşa Hazretleri de telyazılarındaki
görüşlerden vazgeçmeye aslında yetkili değildir. Tanrının
yardımıyla, Anadolu'daki karşı koymalar ve ayaklanmalar kırılıp
ortadan kaldırılmış ve çeteler dağıtılarak güçlü
bir ordu ve hükümet kurulmuştur. Avrupa'yı Sevr Antlaşmasını
bizim yararımıza değiştirmeye götürebilecek olan görüşmelerin
kesilmesine meydan vermeyecek yardımlarınızın
esirgenmemesini dostluğumuza dayanarak rica ederiz. Buradaki Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin Padişahça tanınması yolundaki temel koşul
değişmemek üzere, ayrıntılar ve başkaca önemsiz
konular üzerinde görüşme yolu açıktır. Bu yolun kapanmasına
meydan verilmemek üzere görüşlerinizin bildirilmesini dileriz.
Ahmet
İzzet
Tevfik
Paşa Korumaya Ant İçtiği Anayasaya Bağlılıktan
Ayrılmıyor
Baylar, sizi yormazsam Tevfik
Paşa'nın bu tele verdiği
yanıtı da sunayım:
Şifre
İstanbul,
31.1.1921
Ankara'da İzzet Paşa
Hazretlerine
Y: 30 Ocak 1921:
Hepimizin, hükümlerini korumaya ant içtiğimiz Anayasaya aykırı
temel değişiklikler yapmanın ve bunu kabul etmenin, yasanın
açık hükümleri ile nasıl bağdaşabileceği düşünülmeğe
değer. Bu konu, ancak Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'nin.... aracılığıyla
gönderdiği telde bildirilen ve bizim de uygun bulup İtilâf
Devletlerine kabul ettirmeye özenle çalıştığımız
değişikliklerin, Tanrı yardımı ile yapılmasından
sonra, yöntemine göre çözümlenecek iç sorunlardandır. Tersine bir
tutum, dünkü telimizde de açıklandığı üzere, konferansa
kabul edilmememize ve İstanbul'un hemen Osmanlı egemenliğinden çıkarılmasına
ve Yunan isteklerine karşı savunmasız kalmamıza ve belki de
onların haklı görünmesine yol açacaktır. Telyazılarından,
bir noktanın iyi anlaşılmadığını seziyoruz.
Konferansa, sizin ve bizim diyerek, iki kurul gönderileceğinin nereden çıkarıldığı
anlaşılamıyor. Dava birdir, savunma dayanakları birdir. Bu
konuda tam birlik sağlanınca oraca atanacak delegeler İtilâf
Devletlerinin tanımakta olduğu hükümetin katacağı
delegelerle birlikte giderse, kurul bir ve bütün olur, gerekli yetkiyi taşır
ve çekinmeden birlikte ulusal davayı savunur. Böyle olması gerektiğinin
oraca da kabul buyrulduğu delegelerin İtilâf Devletlerine tanıtılmalarını
bizden istemelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Ankara'ca
verilen nota ve sizin sözleriniz açıkça göstermektedir ki, İtilâf
Devletleri Anadolu delegelerini Londra Konferansına yalnız olarak
kabul etmemektedirler. Bunlar hükümet delegeleriyle birlikte bulunurlarsa
kabul olunacaklardır. Böyle ayrılık sürdürülecek olursa belki
de hiçbir tarafın delegeleri kabul edilmeyecektir. Konferansa yalnız
buradan delege kabul edilmesi düşünülebilirse de, Anadolu için bu olasılık
da yoktur. Bundan ötürü, pek büyük özveriler ürünü olan bu değişiklikten
bize dokunacak sonuçlar doğabilir. Çünkü İtilâf çevrelerinde sayıları
pek çok olan Yunan dostlarına: "Türkler doğuda savaşın
sürüp gitmesini istiyorlar, barış ve anlaşmaya istekli değildirler."
diye propaganda yaparak, bizden yana olanları kendilerine çevirmek, bizi
haksız ve düşmanımızı haklı göstermek için
tutamak verilmiş olur. Ortak delegelerden meydana gelmiş bir kurul gönderilirse
isteklerimiz kabul olunmasa bile, bizden yana olan görüşleri bize karşı
çevirmemiş, belki de bize karşı olanların önemli bir kısmını
kazanmış oluruz. Zaman pek dardır. Yazışmalarla
yitirilecek zaman kalmamıştır. Delegelerin hemen gönderilmesi
yurt ve ulus çıkarları gereğidir. Sizinle sayın arkadaşlarınızın
da geri gelmeniz gerekir. Çünkü ortadaki görüşler üzerinde, ancak gözlemlerle
edindiğiniz bilgilerden gereği gibi yararlanacak zamanın geldiği
ve oradaki görüşlerin bizim görüşlerimize yaklaştırılması
gerektiği üzerinde ortak görüşe vardığımız kanısındayız
efendim.
Sadrazam
Tevfik
Baylar, Tevfik Paşa'nın
Fevzi Paşa
Hazretlerine
gönderdiği yanıt telini de okuyalım:
Şifre
İstanbul,
1. 2.1921
Ankara'da Mustafa Fevzi Paşa
Hazretlerine
Y: 30 Ocak l921:
Kral Kostantin'in Atina'ya dönmesi üzerine, İtilâf
Devletleri çevrelerinde ve kamuoyunda Yunanistan'a karşı meydana
gelen değişiklik dolayısıyla Avrupa'da bizden yana bir akım
doğmuştur. Ancak bu akıma karşılık, Rumları
destekleyen ve Sevr Antlaşmasını bütünüyle ya da küçük değişikliklerle
uygulayarak Türkiye'yi yok etme görüşünde direnen kimi siyasa adamları
da vardır. Özellikle bu siyasa adamlarının, aldığımız
sağlam bilgilere göre, Anadolu temsilcilerinin de konferansa çağrılmasını
kabul eylemeleri ve desteklemeleri, Anadolu'nun böyle bir çağrıya
gitmeyeceğine inanmalarından ileri gelmiştir. Bununla güttükleri
amaç da çağrıya gitmeyecek olan Anadolu'ya karşı baskı
tedbirleri alınmasını haklı göstermek ve kamuoyunu kendi
siyasalarına uymaya zorlamaktır. Bunun için, konferansa bir an önce
ve birlikte giderek haklarımızı almaya çalışmamız
çok gereklidir. Eğer orada yasal ve haklı isteklerimizin kabul
olunmadığını görür ve konferanstan çekilmek zorunda kalırsak
bu durum, düşmanlarımızın elinde bize karşı etkin
bir silah olamaz. Telinizde öne sürülen istekler, önce de bildirilen
nedenlerden ve İstanbul'un özel durumundan ötürü kabul edilemez. Bunlar
üzerinde direnerek konferansa vaktinde katılmak fırsatı
yitirilirse: Birinci olarak birlik sağlanmamasından dolayı,
İstanbul ve Boğazlar büsbütün Osmanlı egemenliğinden çıkar.
İkinci olarak, İtilaf Devletleri Yunanistan'a para ve asker yardımında
bulunurlar ve Anadolu'da ortak bir saldırıya kalkışırlar.
Böylece, birbirini kovalayan savaş yıkımları sonunda, gerçekte
sayısı çok azalmış olan Türk halkı bir kat daha
ezilir, yok olur. Üçüncü olarak, büyük ölçüde özveriler karşılığında
dışardan yardım aramak zorunluğu doğar. Sonunda da amacımız
olan bağımsızlığın işe yaramaz duruma gelmesi
gibi ağır sonuçlar doğar. Delegelerinizin İstanbul'a
ivedilikle yollanması çok gereklidir efendim.
Sadrazam
Tevfik
Saygıdeğer baylar, Osmanlı Sadrazamının daha başka öğütleri ve bildirdikleri vardır. İzin verirseniz onları da okuyalım:
Şifre
İstanbul, 5.2.1921
Ankara
da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Londra'da toplanacak konferansa Osmanlı Devletinin de çağrılmasından
telaşa düşen Yunanlılar, bize karşı olan propagandalarını
bir kat daha artırmışlardır. Paris'teki delegemiz Yunanlıların
Fransız kamuoyunu bize karşı kışkırtmak için,
Anadolu'da sözde Alman askerlerinden bir kurul bulunduğu, eylem ve siyasanızın
bu kurulun etkisi altında yürütüldüğü yolunda Fransız çevrelerinde
söylentiler yaymakta olduklarını bildirmiştir. Ayrıca, Türkiye'deki
Hıristiyanların toptan öldürülmekte olduğu ilerï sürülerek
bunların kurtarılması için Papa'nın bütün ulusların
millet meclislerine başvurduğunun duyulduğunu da sözü geçen
delege eklemiştir. Olağanüstü kötü etkiler yaratacak olan bu söylentilerin
tez elden yalanlanmasını rica eder ve salık veririz.
Sadrazam
Tevfik
Şifre
İstanbul,
8.2.1921
Ankara'da Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
Konferansı etkilemek amacıyla Şubatın yirmi
birinde Yunanlıların 70-80 bin kişiyle saldırıya geçecekleri
Hariciye Nazırlığınca güvenilir kaynaklardan öğrenilmiştir.
Saldırının Karahisar-Eskişehir doğrultusunda olacağı
sanılır. İtilâf Devletleri temsilcileri, Ankara delegelerinin
yalnız olarak konferansa kabul edilemeyeceğini de söylemişlerdir.
Sadrazam
Tevfik
Bu tel, Yunanlıların
saldıracağını ya da Ankara delegelerinin yalnız olarak
kabul edilemeyeceğini bildirmek için mi yazılmıştı?
Bunu anlamak güçtür. Yoksa 70-80 bin kişilik düşman kuvvetinin
saldıracağı yolunda gözdağı vererek ikinci bölümün
savı mı sağlanmak isteniyordu?
Delege gönderme işinde
bizim ileri sürdüğümüz görüşleri, Tevfik Paşa,
bildirimlerimize uyarak, İtilâf Devletleri temsilcilerine duyurmuş da
telyazısının son bölümünde, aldığı karşılığı
mı bildiriyordu? Bu da açık değildir.
İstanbul,
8.2.1921
Ankara'da Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
Fransız kamuoyunu incitmemek için
Kilikya'da
(Aşağı yukarı şimdiki Çukurova.) saldırıdan
çekinilmesi, iyicil (hayırhah) olduklarından kuşku
edilmeyen kimi Fransız ileri gelenlerinin öğütlemesi üzerine Paris
delegemizce önemle bildirilmiştir.
Sadrazam
Tevfik
Osmanlı
Devlet Adamlarının Özel Nitelikleri
Baylar, bu gibi öğütleri İstanbul hükümetlerinden çok dinlemiştik. Bizim saldırıdan çekinmemizi salık veren iyicil kişinin karşısındaki, işittiğini bir gramofon gibi bize ulaştırırken, bize de saldırıdan kaçınılmasını gerekenlere öğütleyip öğütlemediğini sormuş mudur acaba? Aldığı karşılık olumsuz idiyse, onun iyicilliğini nereden anlamış idi? Yurdu işgal etmiş olanların kamuoyunu incitmemeyi öğütleyenlere, yurduna girilmiş olan ulusu niçin incittiklerini ve incitmekte olduklarını sormamak, neden bu Osmanlı Devlet adamlarının özel niteliği olmuştu?
Kısacası, saygıdeğer baylar, görülüyor ki Tevfik Paşa ve arkadaşlarıyla temelde, görüşte, anlayışta uzlaşılamıyordu. En sonunda, iş Meclis'e götürüldü.
Meclis'e iki öneride
bulundum. Birisi, ülkenin ve ulusun tutumunu ve amacını İstanbul'a
açık olarak bildirmek; ikincisi, ayrıca çağrılırsak
Londra'ya bağımsız bir kurul göndermekti. Her iki önerim kabul
edildi.
Baylar, Meclis'in görüşünü
ve kararını Tevfik Paşa'ya bildiren telyazısı şöyleydi:
Tevfik Paşa'nın Önerileri Karşısında Büyük Millet Meclisinin Kararı
Londra Konferansına çağrılmamız dolayısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri ve Bakanlar Kurulu Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri ile İstanbul'da Tevfik Paşa Hazretleri arasında yapılan yazışmalar genel kurulda okunarak Meclis'çe bilgi edinildi. Tevfik Paşa Hazretlerinin ileri sürdüğü düşünceler, ülkenin bugünkü durumu üzerinde açık bir görüşe varmaktan pek uzak olduklarını bize üzüntüyle gösterdi. İstanbul'da, Ateşkes Antlaşmasından beri iki türlü hükümet birbirini izlemiştir. Biri, Damat Ferit'in başkanlığı altında değişik kişilerin katılmasıyla kurulan hükümetlerdir ki, her ne pahasına olursa olsun, İtilâf Devletlerine karşı kesinlikle boyun eğme düşüncesini temsil etmiş; ülkenin kendi egemenlik haklarını sürdürmek için esirgemediği özverileri, düşmanlarla birlikte çalışarak sonuçsuz bırakmayı özel bir tutum edinmiştir. Bu düşüncede olanlar ülkede kötülüğe ve hainliğe eğilimli ne kadar iyilik bilmez adam varsa hepsini, kışkırtıp silahlandırarak, ulusal savunmaya kendini adamış yurtseverlere karşı, sürekli olarak kullandılar. İslâm dini adına düzme fetvalarla "Mîrimiran" (Sivil kişilere verilen bir aşama; askerlikteki general aşamasına yakındır.) sanları verilerek ödüllendirilen Anzavurlar aracılığı ile maddi manevi bağımsızlık ve savunmaya karşı yaydıkları karıştırıcı ve ağılayıcı kuvvetleriyle Anadolu, aylarca çarpışmak zorunda kaldı. Onlar, düşmanların yararına, cephelerimizi kaç kez arkadan vurdular. Müslümanlığın ilk yüzyılından beri önce hak ve din uğruna savaşan ulusumuz, tarihimizin ilk günlerinden beri devlet ve ülke ne zaman tehlikeye düşmüşse kanını bol bol akıtmaktan geri kalmayan ulusumuz, bu kez o büyük yurttan arta kalan son parçada, son kaleye çekilmiş, en son savunmasını yaparken hükümet adını alan kurullar, düşmanlar yararına, düşmanlarla omuz omuza kendi uluslarına karşı çalışıyorlardı. Bizans'ın son günlerinde, Fatih'in teslim çağrısına karşı: "Tanrı'nın bana bir inamı (vedia, emanet) olan bu ülkeyi, ancak Tanrı'ya teslim ederim." diyen son Rum Kayserinin yerine geçmiş bir padişah soyundan gelen bugünkü halife ve padişahın hükümeti, tutsak olmamak isteyen ulusu kendi eliyle bağlayarak düşmanlara teslim etmeye çalışıyordu. Bu birinci evre, o hükümetlerin ve onlarla birlik olanların sındırılmasıyla son buldu. Hükümetlerden ikinci türlüsü, Tevfik Paşa'nın başkanlık ettikleridir ki, amaçlarının Anadolu savunmasından yana olduğunu söylemekle birlikte, yaptıkları işlerle, ülkenin içtenlikle elde etmek istediği barışa, hiçbir zaman uygun görülemeyecek bir aymazlık ve direnme ile engel olmayı sürdürüyor. İtilâf Devletlerinin uzattığı tutsaklık belgesini Padişahlık Danışma Kurulunda ayağa kalkarak ve saygı göstererek kabul ve imza eden devlet ileri gelenleri bütün ülkede hiçbir hak ve yetkiyi temsil etmeyen bir düşük kuvvet durumundadır. Anadolu ve İstanbul, bağımsızlık ile tutsaklığın, özgürlükle bağımsızlığın çatıştığı ve karşılaştığı iki ayrı parça durumunda kalmıştır.
Biz ülkenin tutsak edilmiş, özerkliğini yitirmiş parçasını özgür ve bağımsız yurt parçasına bağlamak istiyoruz. İstanbul'un ileri gelenleri, tümü oluşturan ve bütün bir düşmanlık dünyasına karşı kendini şeref ve dirençle savunan özgür parçayı, tutsak ve bağımlı parçaya uyruk etmek, bağlamak istiyorlar. Bütün Anadolu'yu, özgürlüğüne ve bağımsızlığına tutkun bütün ülke çocuklarını ve bugünkü kıyıma uğramış İslâm dünyasının ruhunu temsil eden Büyük Millet Meclisi, İstanbul'un hasta ve özgürlükten yoksun bir kuruluna uymayı hiçbir zaman kabul edemez.
Meclisimizce kabul edilip yayılan ve bütün ülkede yürürlükte
olan Anayasamız gereğince egemenlik sınırsız ve koşulsuz
ulusundur; ulusun yasama ve yürütme gücü ise onun gerçek ve biricik
temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'nde belirir. Bu hükümler karşısında
delegelerimiz İstanbul'a gidip oradan seçilecek bir kurula katılamaz
ve oranın vereceği yetki belgesiyle dünyaya karşı ulusal
davamızı savunmayı üzerine alamaz. İsterseniz haklı ve
eylemli olarak tam bağımsızlığı bulunan, bütün yönetim
örgütleriyle ülkeyi yöneten, ordularıyla doğuda ve batıda düşmanları
ezerek ülkeye barış yollarını açan Meclis'imizin Delegeler
Kurulunu, ülkeyi temsil edebilecek biricik kurul olarak tanırsınız.
Yoksa, biz kendi kurulumuzu kendimiz göndermek kararını aslında
almış bulunuyoruz. Bu kararımıza verilecek karşılığın,
birtakım sözler değil, eylemli işler olmasını ister ve
yeğleriz.
Londra
Konferansına Katılmamız
Baylar, Dışişleri Bakanı bulunan Bekir Sami Bey'in başkanlığı altında ayrıca ve bağımsız bir delegeler kurulu kuruldu. Bu kurul, Londra Konferansına özel olarak çağrıldığımızda katılmak üzere ve geçecek zamandan yararlanmak amacıyla Antalya üzerinden Roma'ya gönderildi.
Kurulumuz, İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza aracılığıyla, konferansa resmi olarak çağrıldıkları kendilerine bildirildikten sonra Londra'ya gitmiştir.
Londra Konferansı 27 Şubat 1921'den 12 Mart 1921'e dek sürdü. Olumlu hiçbir sonuç vermedi.
İtilâf Devletleri, İzmir ve Trakya nüfusları ile ilgili olarak kendilerince yapılacak bir soruşturmanın sonucunu kabul edeceğimiz yolunda bizden söz almak istediler. Delegeler Kurulumuz bunu ilkin kabul etmişti. Ankara'dan yapılan uyarma üzerine, sonradan, soruşturmanın yapılmasını Yunanlıların buralardan çekilmesine dek erteleme önerisinde bulundu. İtîlâf Devletlerinin, Sevr Antlaşmasındaki başka hükümleri bize karşı durmadan ve içtenlikle uygulatmayı sağlamak istedikleri anlaşılmıştı. Delegeler Kurulumuz bu konudaki önerilerin kabul edilmediğini anlatır nitelikte karşılıklar vermişti. Yunan delegeleri, soruşturmayı temelinden kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine, İtilâf Devletleri delegeleri, Türk ve Yunan delegelerine kimi önerileri kapsayan bir tasarı vererek hükümetlerinden bu tasarılar üzerine alacakları karşılıkların konferansa bildirilmesini istemişlerdi.
Bizim delegelerimize verilen tasarıda Sevr Antlaşması hükümlerinde yapılacak değişikliklerle ilgili şu noktalar vardı:
Bize bırakılan jandarmaların ve özel birliklerin sayılarını birazcık artırmak. Ülkemizde kalacak yabancı subayların sayısını biraz azaltmak. Boğazlar bölgesini biraz ufaltmak. Bütçemiz üzerindeki sınırlamaları biraz yeğniltmek. Bayındırlık işlerine izin verme hakkımız üzerine konulmuş sınırlamaları da biraz yeğniltmek. Bundan başka, kapitülasyonlar yabancı postaları, Kürdistan... ile ilgili olarak Sevr tasarısında değişiklikler yapılacağını umduracak kimi belirsiz verilmiş sözler...
Yine bu tasarıda,
Ermenistan sınırlarının belirtilmesi işi Milletler
Cemiyeti'nin (Cemiyeti Akvam'ın) göndereceği bir komisyonda bırakılmakta
idi. İzmir bölgesinde de özel bir yönetim örgütü kurulacaktı. Sözde,
İzmir ili bize geri verilecekti. Ama İzmir kentinde bir Yunan kuvveti
bulundurulacak; İzmir sancağı güvenlik işleri, İtilâf
Devletleri subaylarınca yönetilecek; bu sancaktaki jandarma kuvveti, nüfusu
oranına göre çeşitli halktan (Türk, Rum gibi çeşitli
soydan olanlardan) kurulacak; Milletler Cemiyeti'nce bir Hıristiyan
vali atanacak; İzmir ili, Türkiye'ye, gelirinin çoğalmasıyla
artacak yıllık bir para ödeyecekti.
İzmir ili için
önerilen bu çözüm ve düzenleme, beş yıl sonra iki yandan birinin
isteği üzerine Milletler Cemiyeti'nce değiştirilebilecekti.
Delegeler
Daha Yolda İken Başlayan Yunan Saldırısı
Baylar, İtilâf Devletleri Delegeler Kurulumuz aracılığıyla yaptıkları önerilerin karşılığını almayı beklemeden, daha delegelerimiz yolda iken, Yunanlılar bütün ordusuyla bütün cephelerimize saldırdılar.
Görüyorsunuz ki baylar, Yunan saldırısı konferans ve barış hikâyesini bize zorunlu olarak bıraktırıyor. Şimdi, izin verirseniz, size bu saldırıyı ve sonucunu anlatayım:
Yunan ordusunun,
Bursa ve doğusunda önemli bir grubu; Uşak ve doğusunda da başka
bir grubu vardı. Bizim kuvvetlerimiz de Eskişehir'in kuzeybatısında,
Dumlupınar'da ve doğusunda olmak üzere iki grup idi. Bundan başka
Yunanlıların, İzmit'te bir tümenleri; bizim de ona karşı,
Kocaeli grubumuz bulunuyordu. Yunanlıların Menderes boyundaki
birliklerine karşı da birliklerimiz vardı. Yunan ordusunun Bursa
ve Uşak grupları, 23 Mart 1921 günü ilerlemeye başladılar.
İsmet Paşa komutasında
bulunan Batı Cephesi birlikleri, bildirdiğim gibi, Eskişehir'in
kuzeybatısında toplanmıştı. Karar, savaşı
İnönü dayangalarında (mevaziinde) kabul etmekti. Ona göre önlemler
alınıyor ve düzenlemeler yapılıyordu. Düşman, 26 Mart
akşamı İsmet Paşa'nın, birliklerine tutturduğu
dayangaların sağ kanadı ilerisine yanaştı. Ertesi günü
bütün cephede karşılaşmalar oldu. Düşman 28'de sağ
kanadımıza saldırdı. 29'da her iki kanattan saldırdı.
Düşman yerel önemli başarılar elde ediyordu. 30 Mart günü
sert çarpışmalarla geçti. Bu çarpışmalar da düşman
yararına sonuçlandı.
İkinci
İnönü Utkusu (Zaferi) ve İsmet Paşa'nın Metristepe'den Gördüğü
Durum
Bundan sonra sıra bize
geliyordu. İsmet Paşa 31 Mart günü karşı saldırıya
geçti ve düşmanı yenerek 31 Martı 1 Nisana bağlayan gece,
geri çekilmek zorunda bıraktı. Böylece devrim tarihimizin bir sayfası,
İkinci İnönü utkusuyla yazıldı.
Baylar, düşman çekilirken
Batı Cephesi Komutanı ile l Nisan günü yaptığımız
yazışmalar o günün duygulanımlarını saptayan
belgelerdir. Bunları yeniden canlandırmak için, izin verirseniz, o günkü
yazışmalarla ilgili kimi telleri, olduğu gibi okuyacağım:
Metristepe'den,
1.4.1921
Saat 6.30 sonrada Metristepe'den gördüğüm durum: Gündüzbey
kuzeyinde sabahtan beri direnen ve artçı olduğu sanılan bir düşman
birliği sağ kanat grubunun saldırısı üzerine, dağınık
olarak çekiliyor. Yakından kovalanıyor. Hamidiye yönünde karşılaşma
ve çatışma yok. Bozüyük yanıyor. Düşman binlerce ölüleriyle
doldurduğu savaş alanını silahlarımıza bırakmıştır.
Batı
Cephesi Komutanı
İsmet
Ankara,
1.4.1921
İnönü Savaş Alanında
Metristepe'de Batı Cephesi
Komutanı ve Genelkurmay Başkanı
İsmet Paşaya
Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Savaşlarında yüklendiğiniz görev kadar ağır bir görev yüklenmiş komutanlar pek azdır. Ulusumuzun bağımsızlığı ve varlığı, çok üstün yönetiminiz altında şerefle görevlerini yapan komuta ve silah arkadaşlarınızın duyarlığına ve yurtseverliğine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, ulusun ters alınyazısını da yendiniz. Düşman çizmesi altındaki kara yazılı topraklarımızla birlikte bütün yurt bugün, en kıyıda köşede kalmış yerlerine dek utkunuzu kutluyor. Düşmanın yurdumuzda yayılma tutkusu, dayancınızın ve yurtseverliğinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu.
Adınızı tarihin övünç yazıtları arasına
geçiren ve bütün ulusta size karşı sonsuz bir gönül borcu duygusu
uyandıran büyük savaşınızı ve utkunuzu kutlarken, üstünde
durduğunuz tepenin, size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref
alanı gösterdiği kadar, ulusumuz ve kendiniz için yükseliş parıltılarıyla
dolu bir geleceğin çevrenini de gösterdiğini söylemek isterim.
Büyük
Millet Meclisi Başkanı
Mustafa
Kemal
Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal
Paşa Hazretlerine
Kıyım ve zorbalık (zulüm ve istibdat) dünyasının
en kıyasıya saldırılarına karşı yalnız
ve şaşkın kalan ulusumuzun maddi ve manevi bütün yetenek ve güçlerini
ruhundaki ateşle toplayan ve harekete geçiren Büyük
Millet Meclisi'nin Başkanı Mustafa Kemal Paşa!
Yiğit erlerimiz ve subaylarımız adına,
erlerimizle avcı hatlarında omuz omuza vuruşan tümen ve kolordu
komutanları adına övgü ve kutlamalarınıza büyük bir övünçle
teşekkür ederim.
Batı
Cephesi Komutanı
İsmet
Güney
Cephesindeki Eylemler
Saygıdeğer baylar, İnönü Savaş alanını ikinci kez yenilerek bırakan ve Bursa doğrultusunda eski dayangalarına çekilen düşmanın kovalanmasında piyade ve süvari tümenlerimizin gösterdikleri anılmaya değer yiğitlikleri anlatmayacağım. Yalnız, askerlik bakımından genel durumun açıklanmasını tamamlamak için, izin verirseniz, Güney Cephemiz bölgesinde yapılan savaşları özetleyeyim.
Güney Cephesi Komutanı Refet Paşa'nın buyruğu altında bulunan üç piyade tümeni, Dumlupınar'da hazırlanmış bir dayangada bulunuyordu. Bundan başka, bir süvari tümeni ve bir de süvari tugayı vardı; bu dayanganın sol kanadında bulunuyordu. Güney Cephesi Komutanının aldığı görev bu dayangada düşmanı durdurtmaktı. Uşak doğusundaki dayangalarından ilerleyen üç piyade tümeni ve bir kısık süvari Dumlupınar dayangalarına saldırdılar. 26 Martta birliklerimiz, dayangalarını bırakmak zorunda kaldı. Güney Cephesi Komutanı, bundan sonra kuvvetlerini elverişli bir yerde durdurmayı ve yeniden düzenlemeyi başaramadı; kuvvetleri ikiye bölündü. Sekizinci ve Yirmi Üçüncü Piyade Tümenleriyle İkinci Süvari Tümeninden meydana gelen kısmı, kendi buyruğu altında, Altıntaş'a doğru çekildi. Elli Yedinci Piyade Tümeniyle Dördüncü Süvari Tugayından meydana gelen öteki kısım ise Fahrettin Paşa'nın buyruğu altında idi. Düşman, bütün gücüyle Fahrettin Paşa kuvvetlerine yönelerek doğuya yürüdü. Refet Paşa kuvvetlerine karşı da Dumlupınar'da yalnız bir piyade alayı bıraktı. Refet Paşa, sonradan Yirmi Üçüncü Tümeni Altıntaş üzerinden güneye, Fahrettin Paşa'nın buyruğu altına, geri verdi. Altıntaş yönünde düşmanın hiçbir eylemi olmadığı anlaşılınca Refet Paşa, yanında bulunan kuvvetlerle kuzeye getirtildi.
Doğu yönünde
ilerleyen düşmana
karşı, Fahrettin Paşa kuvvetleri, çeşitli yerlerde çarpışa
çarpışa Afyon'un doğusuna çekildi. Düşman, Afyonkarahisar'ı işgal ettikten sonra, Çay-Bolvadin hattına değin
ilerledi ve orada durdu. Bu düşman karşısında Fahrettin Paşa,
Elli Yedinci ve Yirmi Üçüncü Tümenlerle birlikte, güneyden Adana bölgesinden
gelen Kırk Birinci Tümeni de alarak, karşı bir hat meydana
getirdi.
Yunan Ordusunun Genel Saldırı Planında Çok Göze Çarpan Bir Yanılgı
Baylar, strateji ile ilgili birçok şeyler söylemekten kaçınmak istiyorsam da Yunan ordusunun bu kez uyguladığı genel saldırı planında çok göze batan bir yanılgıyı göstermek isterim. Yunan ordusu Uşak grubunun, Dumlupınar'dan sonra, Eskişehir genel doğrultusunda yürümesi gerekirdi. Afyon üzerinden Konya genel doğrultusuna yönelmesi, asıl kesin sonuç alanından kuvvetlerini uzaklaştırarak, onları iş göremez ve tehlikeli bir durumda bırakmıştır. İnönü'de başarı bizde kaldıktan sonra, bu kuvvetlerin kendilerini tehlikeden kurtarmak için bir an önce ve ivedilikle geri çekilmeyi sağlamaktan başka bir şey düşünemeyecekleri kuşku götürmezdi. İnönü'de utku kazanan kuvvetlerimizin Eskişehir, Altıntaş üzerinden Dumlupınar'a yönelerek, bu yolun önemli bir kısmında demiryolundan büyük ölçüde yararlanabileceğine göre Afyonkarahisar'ın doğusunda bulunan Yunan grubunun geri çekilme yolunu kesmesi ve böylece o grubu büyük bir yıkıma uğratması pek güçlü bir olasılık içinde idi. Nitekim, bu görüşü uygulamakta hiç gecikilmemiştir. İlk serbest kalan tümenler hemen Güney Cephesi Komutanı Refet Paşa'nın buyruğuna verilerek gönderilmiştir.
Yunan ordusunun Uşak grubu, İnönü Meydan Savaşının sonucunda hemen çekilmeye başladı. Refet Paşa 7 Nisan 1921 gününde karargâhıyla Çöğürler'de idi. Dördüncü ve On Birinci Tümenler Altıntaş bölgesinde, Beşinci Kafkas Tümeni ve kuvvetli bir alay niteliğinde bulunan Meclis Muhafız Taburu Çöğürler güneyinde, Birinci ve İkinci Süvari tümenleri Kütahya bölgesinde bulunuyorlardı. Fahrettin Paşa, Çay ve Afyon'dan çekilen düşmanı kovalayıp zorlarken Refet Paşa da, düşmanın Aslıhanlar yöresinde bulunan bir alayına, bu saydığımız kuvvetlerle, yani üç piyade tümeni ve bir taburla saldırdı. Bir yandan da, kuzeyden daha iki tümen, Yirmi Dördüncü ve Sekizinci tümenler güneye doğru gönderildi. Aslıhanlar'daki Yunan alayı Refet Paşa'nın saldırısını durdurdu, çok zaman kazandı; bu süre içinde geriden gelen birliklerle iki tümen oluncaya dek güçlendirildi. Bu kuvvetler Afyon'dan çekilen kuvvetlerin kendilerine katılmasını sağladı.
12 Nisan 1921 günü Refet Paşa'nın buyruğu altında kuzeyden güneye ve doğudan batıya saldıran kuvvetlerin toplamı şuydu:
Kuzeyden gelen 4, 5,
11, 8 ve 24'üncü; doğudan ilerleyen 57, 23 ve 41'inci tümenler ki tümü
sekiz piyade tümeni ve bir piyade taburu. Birinci ve İkinci Süvari tümenleri
çok uzak yollardan dolaştırılarak ancak düşman yenilirse
etkili olabilecek, ama o günün savaşında hiç de etkisi bulunmayan,
düşman gerisindeki Banaz üzerine gönderilmişti. Refet Paşa'nın
buyruğu altına verilen kuvvetler saldırılarında başarı
kazanamadılar; tersine, çok yitik verildi. Düşman, üstünlük sağlayarak
Dumlupınar dayangalarına yerleşti ve orada kaldı. Refet Paşa
kuvvetleri de, Dumlupınar'ın on kilometre kuzeydoğusunda olmak üzere,
Aydemir, Çalköy, Selkisaray hattına çekilip durdu. Aslıhanlar Savaşı
diye anılan bu çarpışmalar böylece son buldu.
Refet Paşa, Kendisi Yenildiği Halde Düşmanı Yenilmiş Sayıyordu
Baylar, savaş sırasında çarpışma hatlarından kimi kısımlarının ileri geri dalgalanışı ve özellikle Afyon'un doğusundaki düşman tümenlerinin, Dumlupınar ilerisinde bıraktıkları bir alaylarını yenilip savaş dışı edilememesi yüzünden, Dumlupınar'a değin çekilebilmeleri ve bunun ardından da, Yunan kuvvetlerinin sağlam bir savaş hattı tutmak için gerekli düzenlemeleri yaparken ilerdeki parçaların o hatta ulaşmak üzere geri yürüyüşleri, Refet Paşa'nın savaş sonucu üzerinde yanlış yargıda bulunmasına yol açtı. Gerçekten Refet Paşa, kendisi yenildiği halde düşmanın yenilip kaçtığını sandı ve bunu beş gün süren Dumlupınar Meydan Savaşında düşmana son yumruğun indirilebildiğini bildiren teliyle bize de duyurdu. Biz de, elbette sevinerek ivedilikle onu çokça övdük ve kutladık. Ama, durumu iyice anlamak için telgraf başında kendisine sorduğum sorulara aldığım karşılıklardan işin bildirildiği gibi olduğundan kuşkuya düştük ve duraksadık. Sonunda anlaşıldı ki, düşman ereğine ve genel durumuna tam uygun olarak Dumlupınar'da, savunması kolay, sağlam ve üstün bir dayangaya yerleşiyordu. Refet Paşa ise, tersine, bütün kuvvetleriyle biraz geride Aydemir, Çalköy, Selkisaray hattını tutmak zorunda kaldı.
Baylar, durum biraz
durgunlaştıktan sonra Refet Paşa'nın komutasındaki
orduda kendisine karşı güven kalmadığı anlaşıldı.
Durumu yerinde incelemek üzere Ankara'dan Fevzi Paşa Hazretleri, Batı
Cephesinden de İsmet Paşa, Refet Paşa'nın karargâhına
gittiler. Refet Paşa'nın komutanlıkta bir süre daha bırakılması
yeğlenmekte olduğundan, sorunu ona göre çözüp saptamaya çalıştılar.
Ama, bu durumun sürdürülmesinin olanaksızlığı, uygun
olmadığı kanısı hemen belirdi. Bunun için ben Fevzi ve
İsmet paşaları alarak Refet Paşa'nın yanına
gittim. Durumu yakından inceledim ve işi hemen şöylece çözdüm.
(Refet Paşa'nın) komutası altındaki Güney Cephesini, Batı
Cephesine bağlayarak İsmet Paşa komutasına
verdim. Kendisine, Ankara'da bir görev verilmek üzere, oraya dönmesi gerektiğini
bildirdim.
Refet Paşa Türk Ordusuna Başkomutan Olmak İstiyordu
Refet Paşa, Ankara'ya döndüğünde şöyle bir çözüm yolu tasarlamıştım: İsmet Paşa artık Genelkurmay Başkanlığından çekilerek, bütün zamanını, genişletilmiş olan Batı Cephesi Komutanlığı işlerine verecek; Milli Savunma Bakanı bulunan Fevzi Paşa Hazretleri de vekil olarak yapmakta olduğu Genelkurmay Başkanlığı görevini temelli olarak üstüne alacak. Ondan boşalacak Milli Savunma Bakanlığı görevini de Refet Paşa yapacak.
Refet Paşa, aslında yine askerlik görevi almak istiyor idiyse de, benim tasarladığım çözüm yolunu beğenmedi. Diyordu ki: "Milli Savunma Bakanı bulunan Fevzi Paşa'nın görevinden çekilmesine neden yoktur. İsmet Paşa'nın Genelkurmay Başkanlığından çekilmesini zorunlu görüyor ve bana da bu aralık bir görev vermeyi düşünüyorsanız, çözüm yolu ona göre düzenlenebilir."
Ben, Refet Paşa'nın bu düşüncesiyle güttüğü amacı nasılsa birdenbire kavrayamadım. Çünkü biraz sonra anlar gibi olduğum düşünce, hiç aklıma gelmemişti. Duraksadığım noktayı açıklatmak için kendisine sordum, dedim ki: "Yani siz mi Genelkurmay Başkanı olmak istiyorsunuz?" Gerçi açık bir yanıt vermedi; ama, ben amacın tümüyle bu olduğunu kabul ettim. Bunun üzerine, şunları söyledim: "Genelkurmay Başkanlığı, bizim örgütümüze göre, bugün gerçekte eylemli olarak Başkomutanlık katıdır. Siz daha Türk ordusuna başkomutan olacak nitelikleri kazanmış değilsiniz. Bunu şimdilik aklınızdan çıkarınız!"
Refet Paşa verdiği
yanıtta dedi ki: "Öyleyse ben de Milli Savunma Bakanlığını
kabul etmem." "O sizin bileceğiniz iştir." dedim ve bıraktım.
Gerçekten kabul etmedi ve izin alarak Kastamonu ormanlarında Ecevit
denilen yerde bir süre dinlenmeye çekildi. Refet Paşa'nın Milli
Savunma Bakanlığına getirilişi bundan sonra ortaya çıkan
başka bir durum üzerine olmuştur.
Londra Konferansından Dönen Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey'in İmzaladığı Sözleşmeler
Saygıdeğer baylar, Londra'ya gitmiş olan Delegeler Kurulumuz, İkinci İnönü utkusundan sonra geri geldi. Konferansın olumlu bir sonuca bağlanmamış olduğunu biliyorsunuz. Ama Delegeler Kurulu Başkanı ve Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, kendiliğinden İngiltere, Fransa ve İtalya devlet adamlarıyla buluşup konuşarak, her biriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamış bulunuyordu.
Bekir Sami Bey'in İngiltere ile imzaladığı bir sözleşmeye göre, elimizde bulunan bütün İngiliz tutsaklarını geri verecektik. Buna karşılık, İngilizler de tutsaklarımızı bize vereceklerdi. Yalnız, Türk tutsaklarından, Ermenilere ve İngiliz tutsaklarına kıyın yapmış ya da kötü işlem yapmış olduğu öne sürülenler, verilmeyecekti.
Hükümetimiz elbette böyle bir sözleşmeyi uygun görüp onaylayamazdı. Çünkü böyle bir sözleşmeyi onaylamak, Türk uyrukluların Türkiye sınırları içindeki davranışları üzerinde yabancı bir hükümetin yargılama hakkını onaylamak gibi olurdu.
Bu sözleşmeyi onaylamadıksa da İngilizler kimi Türk tutsaklarını salıverdiklerinden biz de buna karşılık elimizde bulunan İngiliz tutsaklarından bir bölümünü salıverdik.
Daha sonra, 23 Ekim 1921'de Kızılay İkinci Başkanı Hâmit Bey'le İstanbul'da İngiliz Komiserinin anlaşmaları üzerine, Malta'da bulunan bütün Türk tutukluları ile bizdeki bütün İngiliz tutuklularının değiştirilmesi kararlaştırılmış ve uygulanmıştır.
Baylar, Bekir Sami Bey resmi görüşmeler ve konuşmalar dışında, salt kişisel olarak da Lloyt Corc ile buluşmuş. Aralarında, söylenen sözler steno ile yazılmış. Bu tutanak imza da edilmiş. Bekir Sami Bey'in elinde bulunan tutanak kopyasının kapsamı üzerine bana bilgi verildiğini hatırlamıyorum. Son zamanlarda Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile Bekir Sami Bey'den bu tutanağı istettim ise de, Bakanlığa gönderdiği bir mektupta, zamanında bu tutanak çevirisinin bana gösterildiğini; gerek aslının, gerek çevirilerinin Dışişleri Bakanlığından ayrılırken ilgili dosyasında bırakıldığını bildirmiştir. Dosyalarda bu belge bulunamamıştır. Dışişleri Bakanlığında da kimse bu belgeyi ve içindekileri bilmiyor. Ben de, söylediğim gibi, hiçbir zaman bu belgeden bana bilgi verildiğini hatırlamıyorum.
Baylar, Bekir Sami Bey'le Fransız Başbakanı Bay Briyan (Briand) arasında da 11 Mart 1921 günlü bir sözleşme imza edilmiştir. Bu sözleşmeye göre Fransa ile Ulusal Hükümet arasında çarpışmalara son verilecek. Fransızlar silahlı çetelerin; biz de savaşçılarımızın silahlarını alacağız. Güvenlik kuvvetleri arasına Fransız subayları da alınacak. Fransızlarca meydana getirilen güvenlik kuvvetleri kalacak. Fransa'nın boşaltacağı yerlerle Elazığ, Diyarbakır ve Sivas illerinin iktisat bakımından gelişmesi için yapılacak girişimlerde Fransızlara üstünlük hakkı tanınacak ve Ergani madenleri işletme hakkı da onlara verilecek... vb.
Hükümetimizce, bu sözleşmenin de kabul edilmemesinin nedenlerini saymaya gereklik yoktur sanırım.
Bekir Sami Bey, İtalya Dışişleri Bakanı bulunan Kont Sforza ile de 12 Mart 1921'de bir sözleşme imzalamış. Buna göre İtalya'nın, İzmir ve Trakya'nın bize geri verilmesi yolundaki isteklerimizi konferansta desteklemesine karşılık, biz de İtalya devletine Antalya, Burdur, Muğla, Isparta sancaklarıyla Afyonkarahisar, Kütahya, Aydın ve Konya sancaklarının sonradan saptanacak bölümlerinde iktisadi girişimler için üstünlük hakkı verecektik. Bundan başka, bu bölgelerde Türk hükümetinin ya da Türk sermayesinin yapmayacağı iktisadi işlerin İtalyan sermayesine verilmesi ve Ereğli madenlerinin bir İtalyan Türk ortaklığına devredilmesi kabul edilmekte idi.
Elbette bu sözleşmeyi de hükümetimizce geri çevrilmekten başka bir işlem göremezdi.
Baylar, İtilâf Devletlerinin, Londra'ya barış yapmak için gönderdiğimiz Delegeler Kurulumuz Başkanı Bekir Sami Bey'e imza ettirdikleri sözleşmelerle, Sevr tasarısından sonra aralarında yaptıkları, "Üçlü Anlaşma" adı verilen ve Anadolu'yu sömürme (nüfuz) bölgelerine ayıran anlaşmayı, başka adlar altında, ulusal hükümetimize kabul ettirmek amacını güttükleri apaçık bellidir. İtilâf siyasa adamları bu isteklerini Bekir Sami Bey'e kabul ettirmeyi de başarmışlardır. Bekir Sami Bey'i Londra'da, konferans görüşmelerinden çok, ayrı ayrı yapılan konuşmalarla oyaladıkları anlaşılıyor. Ulusal Hükümetin ilkeleriyle Dışişleri Bakanı olan kişinin tutumu arasındaki ayrımın neden ileri geldiği, ne yazık ki açıklanamıyor.
Bekir Sami Bey bu sözleşmelerle Ankara'ya döndüğü zaman durumun, pek çok dikkatimi çektiğini ve beni şaşkınlığa uğrattığını açıkça söylemeliyim. Bekir Sami Bey, imzaladığı sözleşmelerin, ülkenin yüksek çıkarlarına uygun olduğu yolundaki kanısını belirtiyor ve bunu Meclis'te de savunup tanıtlayabileceğini ileri sürüyordu. Kanısının yerinde olmadığı, savında da mantık bulunmadığı kuşku götürmezdi. Görüşlerinin Meclis'te onaylanmayacağı bir yana, Dışişleri Bakanlığından da düşürüleceği kesindi. Ama Meclis'in, siyasa sorunları üzerinde görüşme ve tartışmalarla boğulmasını o günlerin koşullarına uygun bulmadığımdan, Bekir Sami Bey'e görüşlerinin yersizliğini kendim söyleyerek Dışişleri Bakanlığından çekilmesini önerdim. Bekir Sami Bey, bu önerimi kabul ederek çekilme yazısını verdi.
Ama Bekir Sami Bey,
Delegeler Kurulu Başkanlığı göreviyle, Avrupa'daki yolculuğu
sırasında yaptığı çeşitli buluşmaların
kendisinde bıraktığı izlenimlere dayanarak, İtilâf
Devletleriyle ilkelerimize uygun olarak anlaşma yolunun bulunduğu kanısında
direniyordu. Kendisinin de bu anlaşmaları sağlayabileceğini
ileri sürüyordu. Bunun üzerine kendisine şu özel mektubu yazdım:
19.5.1921
Amasya Milletvekili Bekir
Sami Beyefendiye
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin, şimdiye değin
çeşitli elverişli durumlardan yararlanarak türlü araçlarla bütün
dünyaya duyurulmuş olan ilkelerini biliyorsunuz. Bu ilkelerin özü,
şu kısa cümle ile anlatılabilir: "Bilinen ulusal sınırlarımız
içinde ülkemizin bütünlüğünü ve ulusun tam bağımsızlığını
sağlamak." Delegeler Kurulu Başkanlığı göreviyle
yaptığınız son gezi ve değinmelerimizin sizde yarattığı
etkilere ve izlenimlere göre İtilâf Devletlerinin, koyduğumuz
ilkeleri bozmaksızın bizimle anlaşmak eğiliminde oldukları
kanısında bulunduğunuz anlaşılıyor. Türkiye Büyük
Millet Meclisi, İtilâf Devletlerinin bu eğilimini gösterecek güvenilir,
gerçek, içten belirti ve sonuçları şimdilik görememektedir. Bu
konuda oranladıklarımızın gerçekleşmesine yol açacak
bir ortam bulabilirseniz, bu sonucun Türkiye Büyük Millet Meclisince ve Hükümetince
sevinçle kabul edilebileceğine inanmanızı dilerim, efendim.
Mustafa
Kemal
Bekir Sami Bey, bundan sonra yine Avrupa'ya gitti. Bu gezisinden de bir yarar elde edilemedi. Üstelik, Ankara'da Bay Franklen Buyon (Franklin-Bouillon) ile yapılmakta olan görüşmelerin, Bekir Sami Bey'in Paris'teki kimi girişimleri yüzünden güçlüğe uğradığı anlaşılınca, Hükümet, Bekir Sami Bey'in resmi bir görevi olmadığını ajansla kamuya bildirmek zorunda kalmıştır.
Bekir Sami Bey, ikinci kez Avrupa'da bulunduğu sırada, bana kimi şeyler bildirdiği gibi dönüşünde de bir rapor vermişti. Gerek bildirdiği şeyler arasında gerekse raporunda görülen kimi düşünceler, ne yazık ki, Türk ulusunun izlediğimiz amaç ve ülküsünü, Bekir Sami Bey'in tam olarak kavramadığı ve ona göre iş görmediği yolundaki kuşkuları giderecek nitelikte değildi.
Bekir Sami Bey Avrupa'da gördüklerinin etkilerine ve izlenimlerine uyarak düşünce yürütüyordu.
12 Ağustos 1921 günlü bir şifre telinde bizim siyasamızı eleştirdikten sonra diyordu ki: "Daha fırsat elde iken akıllıca bir siyasa gütmek, ülkeyi içine düştüğü büyük burgaçtan (girdaptan) kurtarabilir. Olaylar bütünüyle incelenerek ülkenin esenliğine yarayacak bir yol tutmak pek gereklidir. Yoksa, tarih ve ulus önünde hiçbirimiz sorumluluktan kurtulamayız.
Ulusun mutluluğunu
ve Müslümanlığın esenliğini sağlayıcı bir
yol saptanmasını ve bir an önce bana bildirilmesini rica
eylerim."
Bekir Sami Bey Ne Pahasına Olursa Olsun Barış Yapmak İstiyordu
Bekir Sami Bey, ne pahasına olursa olsun barış yapmak istiyordu. Bu görüşünü 24 Aralık 1921 günlü raporunda şöylece açıklıyordu:
...savaşın sürüp gitmesinin bu ülkeyi, ulusun varlığını tehlikeye koyacak kertede yıkıp yok edeceğini ve bütün katlanılan özverilerin boşuna yitirilmiş olacağını kesinlikle düşünmekteyim. Savaşın sürdürülmesinin, iç, ve dış düşmanlarımızın ekmeğine yağ süreceğine ve korktuğumuz bela ve yıkımları kendi kendine ulusun başına çekeceğine bütün varlığımla inanıyorum. Yüce kişiliğinize düşen ödev, dünyada hemen hiçbir siyasa adamının omuzlarına yükletilmeyen en ağır bir yüktür. Tarihte, beş, altı yüzyılda değil, belki on, on beş yüzyılda bir kişiye ancak düşebilen bir ödevi yüklenmiş bulunuyorsunuz. Her türlü aşırılıktan sakınarak, bugünün yararları uğruna, yarının gerçek çıkarlarından vazgeçmeyerek Türklük ile birlikte bütün Müslümanlık dünyasının geleceğini güven altına almak ve pek yakın bir zamanda istenilenden artık olarak elde edilebilecek ulusal ve dinsel amacı kurtarmak ve sağlamlaştırmak için, geçici olarak özveriye bile katlanarak dünya tarihinde ölümsüz bir san kazanabilir ve Müslümanlık yapısının yenileyicisi olabilirsiniz. Yoksa, Türk ulusunun ve dolayısıyla bütün Müslümanlık dünyasının tutsaklığa ve aşağılık bir duruma düşeceği bence kuşku götürmez. Adınızı, dünyanın sonuna dek, bütün Müslüman kuşaklar için Yüce Peygamber Efendimizden sonra en kutsal bir ad ve armağan olmak üzere bırakmak şerefini ve fırsatını yitirmemenizi yurtseverlik ve Müslümanlık gereği olarak bildirmeyi kutsal bir görev sayarım efendim hazretleri.
Bütün bu düşüncelerin özeti yıkımdan, aşağılık durumdan ve tutsaklıktan kurtulmak için Londra'da yaptığı sözleşmeler sınırı içinde ulusal savaşa son vermeyi öneriyordu.
Baylar, Bekir Sami
Bey'in bu düşünceleri
bende olumlu etki yaratmamıştı. İleri sürdüğü
düşünceler ve usavurma yöntemleri, kendisiyle görüşmeyi ve tartışmayı
bile gereksiz ve yararsız saydırmıştı.
Mecliste Belirmeye Başlayan Siyasi Gruplar
Baylar, yüksek kurulunuza biraz da Büyük Millet Meclisi'nde geçen olaylardan bilgi vermek istiyorum. Biliyorsunuz ki, Birinci Büyük Millet Meclisi'ne ulusça üye seçilirken Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin yönetim kurulu üyeleri de ikinci seçmenler arasında bulundular. Buna göre denilebilirdi ki, Büyük Millet Meclisi, bütünüyle Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin siyasal bir grubu niteliğini de taşıyordu. Gerçekten başlangıçta tutum böyle idi. Meclis genel kurulunun temel ilkesini oluşturuyordu. Biliyorsunuz ki, Erzurum ve Sivas kongrelerinde saptanan ilkeler, son İstanbul Meclisi Mebusan'ınca kabul edilip berkitilerek Misakı Milli (Ulusal Ant) adı altında özetlenmişti. Bu ilkeler, Birinci Büyük Millet Meclisi'nce de kabul edilmişti ve bunlara uygun olarak yurdun bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını sağlayacak bir barışın elde edilmesine çalışılıyordu. Ama, zaman geçtikçe, Meclis'te birlik olarak çalışmanın sağlanıp düzenlenmesinde güçlükler doğmaya başladı. En önemsiz konularda oylar dağılıyor, Meclisten iş çıkamıyordu. Kimi kişiler buna bir çıkar yol bulmak için 1920 yılı ortalarında birtakım örgütler kurmaya kalkıştılar. Bütün bu girişimler, Meclis görüşmelerinin düzenli yürütülmesini sağlamak ve görüşülen konular üzerinde oyları toplayarak olumlu iş çıkarmak amacını güdüyordu.
Yeri gelince söylemiştim ki, ilk Anayasamıza kaynak olan
13 Eylül l920 günlü bir programı Meclis'e sunmuştum. Bu programın, Meclis'te 18 Eylülde
okunan kısmından başka, buna da temel olmak üzere, Büyük
Millet Meclisi'nin öz niteliğini ve yönetim yöntemiyle ilgili görüşleri
saptayan ve Meclis'in açılışından sonra okunup kabul olunan
önergemi de, bu kısımla birlikte, Halkçılık Programı
adı altında bastırmış ve yaydırmıştım.
Yukarıda bildirdiğim örgütler benim bu programımdan esinlenerek
birtakım sanlar takınmaya ve programlar saptamaya başladılar.
Bir bilgi vermiş olmak için bu örgütlerin belli başlılarının
adlarını sayayım:
a)
Tesanüt Grubu (Dayanışma Grubu)
b)
İstiklâl Grubu (Bağımsızlık Grubu)
c)
Müdafaai Hukuk Zümresi (Hakları Savunma Grubu)
d)
Halk Zümresi (Halk Grubu)
e) Islahat Grubu (Yenileştirme Grubu)
Bu gruplardan başka, adsız olarak, özel amaçlı kimi küçük örgütlerin de çalıştıkları anlaşılıyordu.
Baylar, bu adlarını saydığım grupların her biri Meclis görüşmelerinde düzeni sağlamak ve oyları birleştirmek amacıyla kurulmuşlarsa da, bunların varlıkları tersine bir sonuç veriyordu.
Gerçekte sayıları çok, üyeleri az olan bu gruplar
birbiriyle yarışmaya kalkışmışlar ve birbirlerini
dinlememek yüzünden Meclis'te hemen hemen bir kargaşa doğurmaya başlamışlardı.
Özellikle Anayasa, Meclis'ten çıktıktan sonra, yani Ocak 1921 sonlarında,
Meclis üyelerinin ve ortaya çıkan grupların, genel olarak her işte
toplantıya katılmalarını ve birlikte çalışmalarını
sağlamanın bir kat daha zorlaşmaya başladığı
görülüyordu. Çünkü, Misakı Milli ile saptanmış olan
ilkelerde her bakımdan görüş ve amaç birliği olduğu
halde, Anayasa ile konulan ilkeler üzerinde tam birlik sağlanmış
görünmüyordu. Grupları birleştirmek ya da gruplardan birini güçlendirerek
iş görmek için, dolaylı olarak çok çalıştım. Ama bu
yolla elde edilen sonuçların uzun ömürlü olamadıkları görüldü.
İşe el koymam zorunlu olmaya başladı. Sonunda, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu adıyla bir grup
kurmaya karar
verdim.
Bu grup için yaptığım programın başına bir ana
madde koydum. Bu maddenin özü, iki noktada toplanıyordu. Birinci nokta
şu idi: Grup, Misakı Milli ilkelerine bağlı kalarak ülkenin
bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını
sağlayıcı bir barışı elde etmek için, ulusun bütün
maddi ve manevi gücünü gereken ereklere yöneltip kullanacak ve yurdun resmi,
özel bütün örgütlerini ve kuruluşlarını bu ana amaca yararlı
kılmaya çalışacaktır.
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubunun Kurulması
İkinci nokta ise şuydu: Grup, devletin ve ulusun örgütlerini, Anayasaya uygun olarak şimdiden yavaş yavaş saptamaya ve hazırlamaya çalışacaktır.
Baylar, bütün grupları ve Meclis üyelerinin çoğunu çağırarak bu iki ilke üzerinde birleşmelerini sağladım. Bildirdiğim bu ana madde ve bundan sonra grubun iç tüzüğüyle ilgili maddeler, 10 Mayıs 1921 günü yapılan toplantıda kabul olundu. Grup genel kurulunun seçilmesi üzerine, grubun başkanlığını da üzerime almıştım.
Baylar, ülkede nasıl bir Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti varsa, Mecliste de onun bu ad altında bir siyasal grubu kurulmuş oldu. İstanbul'daki Millet Meclisi'nin yapmaktan çekindiği iş, ancak onların dağılmasından ondört ay sonra Ankara'da yapılmış oldu. Bu grup, Birinci Büyük Millet Meclisi'nin çalıştığı sürece hükümetin iş görmesine yardımcı olabilmiştir. Ama grup tüzüğü ana maddesindeki ikinci noktayı anlamlı bulanlar oldu. Bu gibiler, düşüncelerini açığa vurmamakla birlikte, bu noktadaki anlam ve amacın gerçekleşmemesi için hemen işe girişmekte gecikmediler. Karşıt çalışmalar diye niteleyebileceğimiz bu türlü girişimler iki yoldan ortaya çıkıyordu.
Birincisi, grup içindeki düşünceleri, karıştırma
ve karşıcıl bir durum hazırlama biçiminde idi.
Hoca Raif Efendi, "Muhafazai Mukaddesat Cemiyeti" Kuruyor
İkincisi, yurt içinde ve yine örgütümüz içinde... Bunu açıklayan en belirgin örnek, Erzurum Milletvekili Hoca Raif Efendi'nin ve kimi arkadaşlarının, grubun kurulmasından önce ve Anayasa'nın Meclis'ten çıkmasından sonra yaptıkları girişimdir. Dilerseniz, bu konuda birazcık bilgi vereyim.
Hoca Raif Efendi ve arkadaşları, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Erzurum Merkez Kurulunun adını değiştirdiler; "Muhafazai Mukaddesat Cemiyeti" (Kutsal Varlıkları Koruma Derneği) dediler. Dernek tüzüğünün başına da, padişahlığın ve halifeliğin ve devlet biçiminin dokunulmazlığına ilişkin birtakım eklentiler yapmışlar ve girişimlerini öteki illere, özellikle doğu illerine de birtakım bildiriler göndererek yaymaya kalkışmışlardı. Ben bunu öğrenince hemen Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın dikkatini çektim. Hoca Raif Efendi'yi ve arkadaşlarını uyarmasını ve bu türlü girişimlerden vazgeçirmesini rica ettim.
Sarıkamış'ta
bulunan Kâzım Karabekir Paşa ile Erzurum'da bulunan Hoca Raif Efendi
arasında kimi yazışmalar olduktan sonra Raif Hoca, Paşanın
karargâhına gitmiş, orada "Muhafazai Mukaddesat" adının
kullanılması nedenlerini açıklarken demiş ki: "Amacımız
halifelik ve padişahlık haklarını korumak; ülkenin ve Müslümanlık
dünyasının bugünü ve geleceği için büyük uyuşmazlıklara
ve sakıncalara yol açan cumhuriyetten kesin olarak sakınmaktır."
Hoca: "Büyük Millet Meclisi'nde kurulan Müdafaai Hukuk Grubu'nun
halifelik ve padişahlığı cumhuriyete çevirmek amacını
güttüğü seziliyor. " sözünü de ekledikten sonra bu gibi girişimlere
uyamayacaklarını bildirmiş.
Kâzım Karabekir Paşa "Devlet Biçiminde Tarihsel Değişiklikler Yapılacağı Zaman Asker ve Sivil Devlet Adamlarının Gereği Gibi Düşünceleri Alınmalıdır" Diyor
Kâzım Karabekir Paşa, bu bilgiyi veren 11 Temmuz 1921 günlü kapalı telinde, kendisi de, ileri sürdüğü düşünceler arasında diyordu ki: "Hükümet biçimine ilişkin ilkelerin, Büyük Millet Meclisi'nce kabul edilen Anayasa'da saptanmış olduğu görülüyor. Oysa ben, bu yasa içeriğinin olsa olsa bir parti programı içinde kalmasını, yürütülmesinde ortaya çıkacağını kestirdiğim güçlükler dolayısıyla, daha yararlı buluyorum. Bu görüşümü, çok iyi tanıyabildiğim bölgemdeki düşünce ve duygulara göre kısaca açıklamak isterim. Meclis'te Anayasa'yı desteklemek amacıyla kurulan gruba girmiş kişilerin çoğu, yeni bir yönetim devriminde ülkenin alınyazısına etken olmak isteğinde görünenlerdi. Halk arasında, ancak küçük bir grup, yeni bir örgüt kurma görüşünü benimser. Milletvekillerinin Anayasa değişikliğinden yana olmaları ancak kişisel görüşlerinin sonucu olabilir. Devlet biçiminde böyle büyük ve tarihsel değişiklik yapmaya girişirken, ülkenin alınyazısından sorumlu ve ortak olan asker ve sivil devlet adamlarının ve Müdafaai Hukuk Merkezlerinin düşünceleri, gereği gibi alındıktan ve olağanüstü bir mecliste incelendikten sonra bir karar alınması gerekir, kanısındayım."
Baylar, kesin utkudan sonra, İkinci Büyük Millet Meclisi, Cumhuriyeti ilan ettiği zaman da, Kâzım Karabekir Paşa İstanbul gazetelerine verdiği demeçte, öteden beri süregelen duygularını ve yakınmalarını: "Cumhuriyet ilanını bize sormadılar." diye özetlemekte idi.
Kâzım Karabekir Paşa, bu görüşleriyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, ulusça olağanüstü yetkiler verilmiş üyelerden kurulu olağanüstü bir meclis olduğunu unutmuş gibi görünüyor. Böyle bir meclisin koyduğu yasaya, hem de Anayasa'ya karşı olduğunu sezinletiyor. Daha şaşılacak yönü, devlet örgütünü değiştirecek kararlar alabilmek için asker ve sivil devlet adamlarının ve Müdafaai Hukuk Merkezlerinin düşünceleri alınmak gerektiği kanısında bulunduğunu söylüyor.
Kâzım Karabekir Paşa, benim Müdafaai Hukuk Grubuyla ilgimi de doğru bulmayarak: "Ben, yüksek kişiliğinizin böyle siyasal partilere... katılmaktan uzak kalmasını özellikle uygun görüyorum." dedikten sonra benim yansız bir durumda bulunmayı sürdürmemi öğütlüyor.
Kâzım Karabekir Paşa'nın bu telyazısına 20 Temmuz1921'de yanıt verdim. Biraz uzunca olan bu yanıtın, bazı konuları aydınlatmaya yarayacak noktalarını anmakla yetineceğim. Verdiğim yanıtta demiştim ki: Müdafaai Hukuk Grubu, ülkenin tam bağımsızlığını sağlamak gibi kısa ve kesin bir amaçla kurulmuştur. Anayasa'nın uygulanması da amacı içindedir. Anayasa bütün yönetim kollarını ve Türkiye Hükümetinin hukuksal durumunu kapsayan ayrıntılı ve tam bir yasa olmayıp, ülkenin sivil yönetim ve örgütlerinde zamanın gerektirdiği halkçılık ilkesini ortaya koyan bir kuraldır. Bu yasada, cumhuriyeti anlatan bir şey yoktur. Raif Efendi'nin, padişahlığın cumhuriyete çevrileceğinin sezildiği yolundaki düşüncesi kuruntudur.
Kendilerine merkezde önemli işler verilenler arasında, kişilikleri ve geçmişleri yönünden eleştirilecek durumda olanların bulunduğu yolundaki savın ise, daha olumlu sözlerle tanıtlanması gerekir. Her işi, bütün yönetimsel nitelikler, kişisel erdemlerle çok iyi yetişmiş adamlara vermek pek değerli ve tatlı bir dilek olursa da, yalnız toplumumuz için değil, dünyanın en ileri ulusları için bile, her çevrenin, her bölgenin ve her iş erinin saygıya değer göreceği bunca adamı bulmanın olanağı yoktur. Kuruntuya dayalı ve olumsuz düşünceler ve savlarla ülkenin dayanağı olacak biricik gücü ve örgütü yıpratacak önlemlere başvurmak, eğer bilisizce bir delilik değilse, her halde bir hainlik sayılmalıdır. Sizlerce de bilinir ki, ilerleme yolunda yapılacak her önemli girişimin kendine göre önemli sakıncaları vardır. Bu sakıncaların olabildiğince azaltılması için zamanında gereken, önlemler alınmalı ve girişimler yapılmalıdır." Bundan sonra baylar, Anayasa yapılırken asker ve sivil devlet adamlarının ve Müdafaai Hukuk örgütlerinin düşüncelerini almak konusundaki görüşümü de şöyle açıkladım: "Sizlerce bilindiği üzere, bir hükümet biçiminde yaşıyoruz ve onun bütün kavramlarına uymak zorundayız. Anayasa'nın, Meclis komisyonlarında sonra genel kurulda tartışmalarla belirecek biçimi üzerine uzaktan alınacak düşüncelerle etki yapılamayacağını elbette kabul edersiniz."
Kâzım Karabekir Paşa, Anayasanın niçin ivedilikle yapıldığı, bunun uygulanmasından doğacak güçlükler, halifelik ve padişahlık sorunu üzerindeki görüşümüzün açıklanmasını da istemişti. Bu sorulara yanıt olarak da demiştim ki: "Anayasa'nın yapılmasında ivedi gibi görünen tutumun nedeni, bütün dünyada ve ülkemizde belirmiş olan halkçılık akımını, sağlam bir biçim üzerinde saptayarak bu konuda başka karışımlara (ihtilâta) yer vermemek; hem de yüzyıllardan beri yetersizler elinde boyuna kötüye kullanılan ulusal hakları korumak için, bu hakların gerçek sahibi olan ulusa da söz hakkı vermek ve bu yüksek düşüncenin gelişmesi için günümüzün olağanüstü koşullarından yararlanmaktır.
Anayasa'nın ne ölçüde uygulanabileceğini anlamak için de, bu işle uğraşmaya fırsat bulacakların dayancını ve istem gücünü hesaba katmak gerekir.
Halifelik ve padişahlık
sorunu diye temel bir sorun yoktur. Söz konusu olan sorun, padişahın
hakları olup bunun belirtilip sınırlanmasında son birkaç yüzyılın
denemeleri ve devlet kavramındaki ulus haklarının gerçek anlamı
etken olmalıdır. Bu konu üzerinde şimdilik saptanmış
kesin bir ilkemiz yoktur."
Kâzım Karabekir
Paşa'nın grup başkanı olmayıp yansız kalmaklığım
konusundaki önerisine verdiğim yanıtta ise şu düşünceleri
ileri sürmüştüm: " Millet Meclisi niteliğinde bir meclisin başkanı
değilim. Böyle de olsa bir partinin üyesi bulunmak doğaldır.
Oysa, Büyük Millet Meclisi'nin yürütme yetkisi de bulunduğundan, bir
bakıma, hükümet niteliğindeki bir meclisin başkanı
bulunmaktayım. Yürütme yetkisi de bulunan bir başkanın, çoğunluk
partisinden olması pek gereklidir; buna göre, ayrıntılı bir
programla ortaya atılmış siyasal bir partinin de başkanı
olabilirim. Bütün kimliğimle karışmış bulunduğum
Cemiyetten (Müdafaai Hukuk Cemiyetinden) ayrılmayacağım
gibi, o Cemiyetten doğan grup içinde bulunmaklığım da
zorunludur. Aslında grup, hemen hemen Meclis Genel Kuruluna yaklaşan
bir çoğunluğu içine almaktadır. Dışarda kalanlar,
yalnızca Erzurum milletvekillerinden Celâlettin Arif Bey ve Hüseyin Avni
Efendi ile birkaç benzeri, davranışlarında serbest kalmak
isteyen birkaç kişidir..."
İzzet ve Salih Paşaların İstanbul'da Siyasal Görev Almayacaklarına Söz Vermeleri Üzerine İstanbul'a Dönmelerine İzin Verildi
Baylar, Ankara'da bulunan İzzet ve Salih paşalar bir türlü Ankara'ya ısınamadılar. İstanbul'daki aileleri yanına gitmelerine izin vermemizi, aracıları ya da kendileri, boyuna rica ediyorlar ve İstanbul'a dönüşlerinde hiçbir siyasal görev almayacaklarına söz veriyorlardı. l921 yılı Mart başlarında, İsmet Paşa'nın kimi işler için: Ankara'ya gelmiş bulunduğu bir sırada, paşalar ricalarını yenilediler. Bir gün İsmet Paşa'nın da katıldığı bir Bakanlar Kurulu toplantısı sırasında Ahmet İzzet Paşa daireye gelerek haber göndermiş ve İsmet Paşa kendisiyle görüşmüştür. İzzet Paşa, bizim isteğimiz üzerine İstanbul'da siyasal görev almayacağına, uzun uzadıya açıklamalar yaparak söz vermiş ve İstanbul'daki ailesinin yanına dönmek için izin rica etmiş; Salih Paşa'nın da böylece söz vererek serbest bırakılması ricasında bulunduğunu söylemiş.
İsmet Paşa bu açıklamayı ve ricayı Bakanlar Kuruluna ulaştırdı. Aslında varlıklarının ulusal işlerimizde yararlı olmadığı; tersine, Ankara'da bir yük, bir ağırlık olarak bulundukları; üstelik kimi olumsuz akımlara da yol açtıkları anlaşılmış bulunduğundan Bakanlar Kurulu bu paşaların İstanbul'a dönmelerinde bir sakınca görmedi. Ama ben, Ahmet İzzet Paşa ve arkadaşının verdikleri sözün gerçek ve içtenlikli olmadığı; İstanbul'a dönünce, İstanbul Hükümetinde kesinlikle görev alarak bizi tedirgin etmeyi sürdürecekleri kanısında bulunduğumu söyledim. "Namusları üzerine söz veriyorlar." dendi. Bu sözlerini, yazılı ve imzalı olarak verirlerse izin verilebileceğini bildirdim. İsmet Paşa bu önerimi yanımızdaki odada bekleyen İzzet Paşa'ya ulaştırdı. İzzet Paşa, hemen bir kağıt kalem alıp, hükümetten çekileceklerini bir söz verme belgesi olarak yazmış, imzalamış ve yanılmıyorsam, Salih Paşa'ya da imza ettirmişti.
Ben, bu kısa söz
verme (belgesini) yeter görmedim. Sözle söylediklerini kapsar nitelikte değildi.
Hemen, bunun bir düzen olduğuna arkadaşların dikkatini çekerek:
"İsmet Paşa'ya sözle söylediklerini yazarak imza
etsinler." dedim. İzzet Paşa'nın, sözle de bunca şeyler
söyleyip güvence verdikten sonra, başka amaç güderek bir söz verme
belgesi yazmış olacağı umulmadı ve bu kısa
belgenin yeter görülmesi dileğinde bulunuldu. İşte İzzet
ve Salih paşalar böyle aldatmalı bir belge ile İstanbul'a gitmek
yolunu bulmuşlardır.
İzzet
ve Salih Paşalar Sözlerinde Durmadılar
Gerçekten, İzzet ve Salih
paşalar İstanbul'a varınca hükümetten çekildiler. Ama pek kısa
bir süre sonra, yine o hükümette, başka nazırlıkları üzerlerine
aldılar ve bunu bize telle bildirdiler. İstanbul Hükümetinin
Hariciye Nazırlığı görevini yüklenmiş olan İzzet
Paşa, ulusa ve ülkeye yönelmiş olan büyük bir kötülüğün
önüne geçmek için hükümete geldiğini söyleyerek, bize de birtakım
öğütler veriyordu. İzzet Paşa'ya şu yanıtı verdim:
29
Haziran 1921
İstanbul'da Ahmet İzzet Paşa
Hazretlerine
Telinizi Zonguldak Haberalma Müdürü aracılığıyla
aldım. Durumunuzu, Salih Paşa Hazretleriyle birlikte vermiş olduğunuz
söze aykırı gördüm. Yalnız bir nokta beni duraksattı ve
sizden yana düşündürdü. O da, üzerinize görev almakla gerçekten
ulusa ve ülkeye yönelmiş büyük bir kötülüğün önüne geçmiş
olmanız olasılığıdır. Çünkü, Ankara'ya
buyurmadan önce iyi dileklerle ve ülkeye yararlı olabileceğiniz
umuduyla görev alışınıza gerekçe olarak gösterdiğiniz
nedenlerin pek yetersiz olduğunu ilk görüşmemizde anlamış
ve açığa vurmuştunuz. Telinizde bildirdikleriniz, sizi bu yeni
duruma sürükleyen nedenleri yeterince göstermiyor. Öğütlediğiniz
şeylerden, ulusun ve ülkenin çıkarlarına, yaptığımız
antlaşmalara, kısacası, Misakı Millimize uygun olanlar aslında
dikkate alınmakta ve gereği yapılmaktadır. Bunun için,
genel duruma ve sizlere aşılanmış olan düşüncelere
bakarak, daha önce olduğu gibi bu kez de aldatılmış olmanızdan
korkuyorum. Bu düşünüş ve görüşümüzü geçersiz kılacak
açıklamalarınızı öğrenir ve olayların ona göre
olumlu gelişimine tanık olursak mutlu olacağımızı
bilginize sunarım efendim.
Mustafa
Kemal
İzzet Paşa
bu telimize 6 Temmuz günlü bir şifre telle şu yanıtı
verdi:
Ankara'da Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
Salih Paşa ile birlikte verdiğimiz söz, İstanbul'a
dönünce görevimizden çekilmekti. Onu da yerine getirdik. Ömür boyunca
devlet hizmeti kabul etmemek; özellikle İtilâf Devletlerinin Yunanistan'a
eylemli yardım etmeleri ve İstanbul'un hareket üssü olarak Yunanlılara
bırakılması olasılığının belirdiği
bir kara günde istenilen özveriden kaçınmak bizim elimizden gelmeli mi
ve sizce de uygun görülmeli midir bilmem? Bilecik ve Ankara'da tanımadığım
kişilerin yanında yapılan konuşmayı uzatmakta sakınca
gördüğümden (tartışmayı bırakarak) sizlere hak verir
gibi görünmüştüm. Dahası, dönüşümüzde verdiğimiz
demeçte olayların bütün sorumluluğunu tümüyle üstümüze almak
gibi gerçekten uygarca bir yüreklilik de göstermiştim. İlk görüşmelerde
yanımızda bulunan kişilerden birinin sonradan belli olan durumu,
çekingen davranmakta haklı olduğumu da ortaya koymuştur. Ama hiçbir
zaman, hiçbir kimsenin beni aldattığını söylemedim. Beni
yanınıza dek götüren uzlaşma düşüncesinden şaşmadım.
Bakanlar Kurulu ile yaptığım görüşmeler ve kendilerine
verdiğim andırı bunu tanıtlar. Buyurduğunuz gibi aymazlığımı
söylemek şöyle dursun, şimdiki gibi siyasal olayları kılı
kırk yararcasına değerlendirmiş olduğumu görmekle
kendime, düşünce ve görüşlerime güvenim artmıştır.
Bugünlerde görev almaklığımızın yararlı olup
olmadığını söylemek bana düşmez. Yalnız, bunda
oraca, ne gibi sakınca görüldüğü açıklanırsa, çok
sevinirim. Bura hükümeti, hukuksal durumu ve ilgili devletler elçilerinin
burada bulunması dolayısıyla, hiçe sayılamaz ve sayılmamalıdır.
Ancak, şimdiki hükümet üyelerinin büyük bir çoğunluğu, bugünle
ve gelecekle ilgili hiçbir kişisel amaç gütmüyorlar; düşünceleri
ve dilekleri ancak yurdun esenliğidir. Bundan dolayı, akla yatkın
ve uygun bir yolda Ankara'daki devlet adamlarıyla iş ve görüş
birliği yapmayı yürekten dilemektedirler. İçten gelen bu dilek
sizlerce de iyi karşılanırsa yararlı işler ve yardımlar
yapabilirler. Bu dilekleri kabul olunmazsa anlaşmazlıktan doğabilecek
yanılgıların manevi sorumluluğundan kendilerini aklamış
sayacaklarını bilginize sunarım efendim.
Ahmet İzzet
Bu telyazısının
altına kurşunkalemiyle şu satırları yazmıştım:
Uygun bir zamanda gereği yapılmak üzere ilgili belgeler
arasında saklanması, Bakanlar Kurulu kararı gereğidir.
Mustafa
Kemal
Ahmet
İzzet Paşa Türk Ulusuna Hizmet Etmeyi Vahdettin'e Kul Olmaktan Üstün
Göremedi
Baylar, Ahmet İzzet Paşa, ekmeğiyle yetiştiği Türk ulusunun içinde kalarak ona en acı ve kara günlerinde hizmet etmeyi, Vahdettin'in hizmetinde olmaktan üstün görememişti. Dürrîzade Esseyyit Abdullah'ın fetvasına bağlı kalıp, padişahın buyruğu dışına çıkmakla suçlanmaktan ve dinsel cezalara çarpılmaktan çekindi. Ahmet İzzet Paşa'nın daha başka marifetleri de olmuştur. Onlardan da bilgi vereyim.
Türk ulusunun büyük kuvvetleri eline verilmiş kişilere de, bütün savaşlar süresince ve ulusun maddi ve manevi kuvvetlerini düşman karşısına toplamaya çalıştığımız günlerde, umutsuzluk ve gevşeklik verecek karamsarlıklarını özel mektuplarıyla ulaştırıp duruyordu. Benim: "Düşman ordusunu yeneceğiz; yurdu, kesinlikle kurtaracağız." sözlerimi alaya alarak ve İkinci İnönü'den sonra yine doğuya, Sakarya'ya dek yürümekte olan Yunan ordusunun ilerlemesini gözdağı için öne sürerek bize akıl ve anlayış dersi vermekten geri kalmıyordu.
Baylar, ne tuhaftır ki, kendisini dev aynasında gören bu beynin, tutumumdan yıkım doğacağını bildiren bir mektubu, Sakarya'da düşmanı karşı saldırı ile çekilmek zorunda bıraktığımız gün, görev gereği bana gösterilmişti. Bu mektuba pek şaşmıştık.
Ahmet İzzet Paşa, Yunan ordusunun Sakarya'dan ve en sonunda İzmir körfezinden çekildiğini gördükten ve Lozan Barış Antlaşmasını okuduktan sonra daha önce bana yazmış olduğu 6 Temmuz 1921 günlü telindeki şu cümleyi bir daha mırıldandı mı ola:
"Buyurduğunuz gibi aymazlığımı söylemek şöyle dursun, şimdiki gibi siyasal olayları kılı kırk yararcasına değerlendirmiş olduğumu görmekle kendime, düşünce ve görüşlerime güvenim artmıştır."
Ben bunun da olabileceğini sanırım!
Baylar, İzzet ve
Salih paşalar aylarca Ankara'da oturdular. Ulusal ilkelerimizi
benimsemeleri koşuluyla kendilerine ulusal iş ve görev vermeye hazırdık.
Yanaşmadılar. Bir kez olsun Millet Meclisi'nin kapısından içeri
ayak basmadılar. Ama, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin koyduğu
yasalardan elbet bilgileri vardı. Bu yasaların buyruklarını
ve Millet Meclisi'nin ve Hükümetinin İstanbul'a karşı
belirlenmiş olan tutumunu çok iyi biliyorlardı. Bu yasalara ve
bilinen duruma karşın, İstanbul'da yeniden iş başına
geçip ulusal varlığın ve girişimlerin değerini ve
erkini yok etmek; düşmanların elinde oyuncak olan Vahdettin'in
egemenliğini sürdürmek için bütün varlıklarıyla çalışmalarına
verilecek gerçek anlamın ne olduğunu ben söylemeyeceğim! Onu, Türk
ulusuna ve Türk ulusunun yeni ve gelecek kuşaklarına bırakırım.
Saygıdeğer
Ulusuma Öğüt
Baylar, sırası gelmişken saygıdeğer
ulusuma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek başının
üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki
öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın!