XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu büyük
ölçüde zayıflamış, girdiği savaşların çoğunda mağlup olmuş, bunun
neticesinde ülkenin bazı yerleri işgal edilmiş veya bazı bölgeleri ayrılmaya
yüz tutmuştur. Devlet, iktisadî, malî ve siyasî bağımsızlığını büyük
ölçüde kaybetmiş, adeta yarı sömürge haline gelmiştir. İşte Mustafa
Kemal Paşa bu ortamda yetişmiştir. Mustafa Kemal, ülkenin kötü kaderini
değiştirmek için, tarihî sorumluluğunu çok genç yaşta iken idrak etmiştir.
Manastır’da askerî lise öğrencisiyken ülkenin yönetimi ve
siyasetindeki aksaklıkları arkadaşlarına da anlatmak, bu husustaki düşünce
ve görüşlerini yaymak için gençler arasında okunmak üzere, el yazısı
ile gizli bir okul gazetesi bile çıkarmıştır. Harp Akademisi yıllarında
iken, Osmanlı İmparatorluğumun kurtuluş umudunun olmadığını görmüştür.
Bu nedenle Osmanlı ıslahatçıları gibi, imparatorluğu kurtarmak için yüzeysel
işlerle uğraşmamıştır. Amacı, sarsılmaz ve sonsuz bir inancı olan Türk
milletine dayanarak, bağımsız, güçlü, çağdaş, enerjik ve modern bir Türk
devleti kurmaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, Türk milletinin kanı ve canı pahasına
kazandığı Çanakkale Zaferi’ne veya Doğu Cephesi’ndeki başarılarına
rağmen, Birinci Dünya Savaşı’ndan, müttefikleriyle birlikte yenik çıkmıştır.
Osmanlı Hükümeti, 30 Ekim 1918 tarihinde imzaladığı Mondros Mütârekesi
ile İtilâf Devletleri’ne “kayıtsız, şartsız” teslim olmuştur.1 Büyük
Harb’in uzun seneleri zarfında, milletimiz yorulmuş ve fakirleşmiştir.
Devlet ve milletimizi savaşa sürükleyenler, kendi hayatlarının endişesine
kapılarak ülkemizden firar etmişlerdir. İstanbul’daki Padişah ye Hükümet
aciz bir hale düşerek galiplerin denetime girmişlerdir. Bunların varlıkları
da sadece sözden ibaret kalmıştır. Osmanlı Devleti, artık “devlet
olma” özelliğini kaybetmiştir. İtilâf Devletleri, ordumuzun elinden silâh
ve cephanesini almış, düşmanlar ülkemizi işgale koyulmuş,
memleketimizdeki Hıristiyan unsurlar, kendi emellerine ulaşabilmek üzere,
kilise ve diğer teşkilatlarıyla devletin bir an önce çökmesi için sürdürdükleri
faaliyetlerini arttırmışlardır.2 Bundan dolayı 1918 yılı, karanlığın
hakim olduğu ve umutların eridiği bir yıldır. Bu karanlıklar ve
umutsuzluklar ortamında, Mustafa Kemal Paşa için tükenmez inanç kaynağı,
yüreğini kaplayan derin millet sevgisi ile Türk gençliğine duyduğu
sonsuz güvendir. Birinci Dünya Savaşı’nın felâketli sonuçlar doğurduğu,
en ateşli vatanseverlerin güçsüz kaldığı ve umutlarının söndüğü günlerde
bile O, Türk Milleti’nin ve Türk gençliğinin başaracağına dair inancını
kaybetmemiştir. Atatürk’ün Türk gençliği ile ilgili görüşlerini açıklayan
en eski belge, 1918 yılının Mayıs’ında, bir fotoğrafın üzerine kendi
el yazısıyla yazdıklarıdır. Burada Atatürk, gençliğe olan inancını
ve duygularını şu sözlerle ifade etmiştir:
“Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imam yaşatan
kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki payansız (sonsuz)
muhabbetim değil; bu günün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları
içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya (ışık) serpmeye ve aramağa
çalışan bir gençlik gör düğümdendir.” 3
Atatürkçülükle Türk gençliğine güven sonsuzdur ve Türk gençliği ile
övünülür. Nitekim Atatürk, gelecek kuşakların, büyük sorumluluklar üstleneceğini,
eserini baştacı yapacağını, onu yaşatacağını, unutturmayacağını ve
gençlerin geleceğin ümidi olduğunu Millî Mücadele’nin başında görmüştür,
hissetmiştir. Herkesin umudunu kaybettiği ve gelecek kaygısı içine düştüğü
1919 yılında:
“Zaten her şey unutulur. Fakat biz, her şeyi gençliğe bırakacağız. O
gençlik ki, hiç bir şeyi unutmayacaktır, geleceğin ümidi, ışık saçan
çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.” diyerek bu hususu açıkça
belirtmiştir.4
Prof. Dr. Afet İnan’ın bir hatırasına göre, Atatürk, uzun süren belge
toplama ve yorucu yazma çalışmalarını bitirince, yakın arkadaşlarına:
“şimdi beni dinleyin” diyerek “Gençliğe Hitabe”yi çok hissi bir şekilde
okumuştur. Okumayı tamamlayınca bakışları Ankara ovasının
derinliklerine dalmış, gözlerinden Türk gençliğine duyduğu güven ve
sevginin ifadesi olan birkaç damla yaş süzülmüştür.5
Aynı akşam arkadaşlarına:
“Tarihi yaşadığımız gibi yazdık, fakat geleceği Cumhuriyete
inananlara, koruyanlara ve yaşatanlara emanet etmek lâzımdır” 6 değerlendirmesini
yapmıştır.
Gençliğe bu derece güvenen ve inanan Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni
kurduktan ve büyük inkılâplarını başardıktan sonra, millî mücadeleyi
başlatmak üzere, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs
1919 gününü, gençliğe “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak armağan
etmiştir.7 Samsun’dan Havza’ya geçerken kendisinin de coşkuyla söylediği
“Dağ Başını Duman Almış” marşını ise “Gençlik Marşı”
olarak ilân etmiştir. Zaten Millî Mücadele’ye destek veren Türk gençliği,
yaptığı işlerle, gösterdiği fedakârlıkla, çağdaş düşüncesiyle, böylesine
görkemli bir bayramı ve anlamlı bir marşı hak etmiştir.8
Atatürk, Sivas Kongresi’nde manda idaresini savunanlara karşı çıkan tıbbiye
öğrencisi Hikmet’e ve O’nun millî duyguları güçlü olan Türk gençliğine
kuşkusuz sonsuz güven duygusuyla bağlanmıştır. Sivas Kongresi’nde
manda düşüncesinin, hararetli sözlerle savunulduğu ortamda, hatta Mustafa
Kemal Paşa’nın en yakın bazı arkadaşları tarafından da benimsendiği
sırada, İstanbul’da askerî tıp öğrencisi olan Hikmet adındaki genç,
kongre salonunda söz alarak coşkulu bir sesle sanki ateş ve heyecan kesilmiş
olarak şu konuşmayı yapmıştır:
“Paşam! Murahhası bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı
başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul
edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsun, şiddetle
red ve takbih ederiz (ayıplarız). Farz-ı muhal manda fikrini siz dahi kabul
ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i (vatan kurtarıcı değil,
vatan batına) olarak adlandırır ve tel’in ederiz...”
Umudunu kaybedenlere rehber ve örnek teşkil eden, millî heyecan ile millî
ruhu belirten bu konuşma üzerine kongrede bulunanlar duygulanmış, gözyaşlarını
tutamamışlardır. Mustafa Kemal Paşa da çok duygulanmış ve aynı
heyecanla şu karşılığı vermiştir:
“Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk Milleti bünyesindeki asil kanın
ifadesine dikkat edin”. Bu arada Paşa, Hikmet Bey’e dönerek:
“Evlât, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum.
Biz ekalliyette kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve
değişmez: Ya İstiklâl, Ya Ölüm” demiştir.
Hikmet Bey yerinden fırlamış ve “Varol Paşam.” sözleriyle Mustafa
Kemal Paşa’nın elini öpmüştür. Türk gençliğinin olduğu gibi, daima
ileri ve inkılâpçı düşüncelere bayraktarlık etmiş ve tıbbîyenin
askerî üniformasıyla kongreye katılmış olan bu gencin, Mustafa Kemal Paşa
da alnından öperek şunları söylemiştir:
“Gençler, vatanın bütün ümid ve istikbâli size, genç nesillerin anlayışı
ve enerjisine bağlanmıştır”.9 Bu olay dahi Atatürk’ün Türk gençliğine
güveninin nereden geldiğini anlatmaya yeterli bir örnektir.
Mustafa Kemal Atatürk, her şeyden önce gençliğin dinamizm demek olduğunun
bilincinde idi. İşte bu nedenledir ki, Millî Mücadele’deki kadrosunu seçerken,
özellikle gençler üzerinde durmuş, kadrosunda gençlere ağırlık vermiş,
aynı zamanda genç fikirli yazarlardan da faydalanmıştır. O, diyaloga açık
bir yöntemle meydana getirdiği kadro içinde bulunan gençler ve genç
fikirlilerle ülkenin kurtuluş meselesini tartışmış, onların değişik
fikirlerinden çağdaş bir senzezi kafasında oluşturmuş ve değerlendirmiştir.10
Aslında, Mustafa Kemal ve Millî Mücadele’nin ön safındaki liderler de
genç sayılırlardı. Çünkü Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktığında,
eriştiği rütbelere ve taşıdığı büyük sorumluluğa göre yaşça gençti,
sadece 38 yaşındaydı. Her şeyden önce, düşünce tarzı, heyecanı ve
enerjisiyle gençti. Ömrü boyunca bulunduğu davranışlarıyla ve yarattığı
eserleriyle genç kalmayı bilecek yapıya sahipti.11
Atatürk’ün, Amasya’daki fikir arkadaşları (Rauf Orbay, Refet Bele),
Millî Mücadele’yi ilk günden itibaren yürütenler (Kâzım Karabekir,
Ali Fuad Cebesoy ve diğerleri), hep 37-38 yaşlarında genç insanlardı.
Sonradan Batı Cephesi Komutanlığı ve Lozan Baş Delegeliği görevlerini
yapacak olan ismet İnönü, onlardan da gençti. Meydan savaşlarında büyük
birliklerin başında bulunan komutanların ekseriyeti 40 yaşına gelmemişti.
Silâhlarıyla olduğu kadar kalemleriyle de Millî Mücadelemizi baştan
sonuna kadar destekleyen aydınlarla yazarların büyük çoğunluğu da bu
genç kuşaktandı. Falih Rıfkı (Atay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen
Eşref (Ünaydın), Yahya Kemal (Beyatlı) gibi vatansever kalem sahiplerinin
çoğu 25-30 yaşlarında gençlerdi.12
Bu “altın kuşak”, II. Meşrutiyet’i ve onu izleyen çeşitli buhranları
görmüş, Trablusgarp Savaşı mağlubiyetiyle Balkan Savaşları’nın felâketlerini
yaşamış, Birinci Dünya Savaşı’nın ateş çemberinden de geçerek
bunlardan gerekli dersleri almış, memleket acısıyla yürekleri yanmış,
genç yaşta büyük tecrübeler edinmiş ve olgunlaşmıştır.13
42 yaşında Cumhuriyet’i ilân eden, 44 yaşında şapka ve kıyafet inkılâplarını
gerçekleştiren, 48 yaşında yeni Türk alfabesini yürürlüğe koyan Büyük
Atatürk, taşıdığı düşünce yeniliği, ruhundaki enerji tazeliği
sebebiyle hayatının her çağında gençti. O’na göre, genç olmanın ölçüsü
sadece yaş değil, yaşın yanında belirlediği ilkelere, başardığı inkılâplara
inanç ve bağlılıktır. Örneğin bir toplantıda Atatürk, “Gençlik
nedir?” sorusunu sordu. Çeşitli cevaplar verildikten sonra, kendisi Türk
gençliğinin tarifini şöyle yaptı:
“Benim anladığım gençlik, Türk İnkılâbı’nın fikirlerini ve
ideolojilerini benimseyip, gelecek nesillere aktarabilecek kimselerdir. Benim
nazarımda yirmi yaşındaki bir yobaz ihtiyardır, yetmiş yaşındaki bir
idealist de, ter-ü taze bir gençtir. İşte benim anladığım Türk
genci.” 14
Atatürk, gençlik kavramının, genel anlamda belirli bir yaş dilimini
kapsamakla beraber, zaman zaman biyolojik anlamını aşarak idealist olmak
anlamına da geldiğini belirtmiştir. Atatürk, “Genç fikirli demek doğruyu
gören ve anlayan gerçek fikirli demektir” l5 ifadesini bu anlamı açıklamak
üzere kullanmıştır. Bu yüzden Atatürk’ün, Türk gençliği ile ilgili
ifadelerinde, gençlik sözünü, sadece belirli bir yaş grubundakilerle sınırlamamak
lâzımdır. Daha geniş anlamda yani bir fikir gençliği, bir ideal gençliği,
Atatürk îlke ve înkılâpları’na bağlı olanları, Cumhuriyet’i
sonsuza kadar devam ettirmek azminde bulunanları anlamak gereklidir.
Mustafa Kemal Paşa, ülkenin içinde bulunduğu olumsuzluklara rağmen, Türk
milletinin bağrından çıkan genç ordusuna ve genç aydınlarına güvenerek
Millî Mücadele’yi başlatmış, sürdürmüş, başarıya ulaştırmıştır.
Kurmuş olduğu Cumhuriyet’i de hiç tereddüt etmeden, sarsılmaz bir güven
ve inanç beslediği Türk gençliğine emanet etmiştir. 17 Ekim 1922’de
Bursa’da kendisini karşılayan geleceğin gençleri olacak çocuklara yaptığı
bir konuşmada şöyle seslenmiştir:
“Küçük hanımlar, küçük beyler!
Sizler hepiniz atinin bir gülü, yıldızı, bir nûr-ı ikbâlisiniz
(mutluluğun ışığısınız). Memleketi asıl nura gark edecek sizsiniz.
Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek, ona göre çalışınız.
Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!” 16
Atatürk’ün, iki büyük nutkunu Türk gençlerine seslenerek bitirmesi büyük
önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, 30 Ağustos 1924’te Büyük
Zafer’in ikinci yıldönümünde, Dumlupınar’da, Başkomutanlık Meydan
Muharebesi’nin kazanıldığı alanda yaptığı tarihî konuşmadır. Bir
hitabet şaheseri olan bu özlü konuşmada Atatürk, zaferle sonuçlanan Bağımsızlık
Savaşı’nı anlatmış, mutlaka kazanılması gereken yeni savaşın,
uygarlık savaşı olduğunu belirtmiş ve “son sözlerimi özellikle
memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum”17 diyerek konuşmasını
gençliğe olan güvenine, gençlerin büyük fedakârlıkla kurulan
Cumhuriyet’i yücelterek daimî kılacaklarına ve devleti arzu edilen
hedeflere ulaştıracaklarına emin olduğunu şu sözlerle tamamlamıştır:
“Gençler!
Cesaretinizi takviye ve idâme eden (devam ettiren) sizsiniz. Siz almakta olduğunuz
terbiye ve irfan ile, insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin
en kıymetli timsali olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil! istikbâl sizindir. »Cumhuriyeti biz te’sis ettik;
onu i’lâ (yükseltecek) ve idâme edecek (devam ettirecek) sizsiniz.”18
İkincisi, Büyük Nutuk’tur. Atatürk 1927 yılında Cumhuriyet Halk
Partisi kurultayında, 6 gün içinde, 36 saat süre ile Büyük Nutku’nu
okumuştur. Burada Millî Mücadele Destanı’nın askerî, siyasî ve diğer
bütün yönlerini belgelerle ortaya koymuştur. Büyük bir imparatorluğun
nasıl çöktüğünü, onun enkazından genç Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl
doğduğunu anlatmış ve Türk înkılâbı’yla çağdaşlaşma hareketinin
amaçlarını açıklamıştır. Nutuk’ta:
“Bugün vasıl olduğumuz netice, asırlardan beri çekilen millî
musibetlerin intibahı (uyanışı) ve bu aziz vatanın, her köşesini
sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi Türk gençliğine armağan olarak
emanet ediyorum.” 19 ifadesiyle, ulaşılan neticenin, yani bağımsız Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulması, asırlardan beri çekilen millî felâketlere
karşı bir uyanışın, büyük bir mücadelenin, aziz vatanımızın her köşesinin
şehitlerimizin kutsal kanlarıyla sulanmasının bedeli olduğunu ve bu
neticeyi de Türk gençliğine armağan olarak emanet ettiğini bildirmiştir.
Bu sözlerin devamında ve Büyük Nutuk’un sonunda ise, Atatürk’ün Türk
Gençliği’ne Hitabesi yer almaktadır. Burada Millî Mücadele ile elde
edilen bağımsızlık, bu bağımsızlığın simgesi olan Türkiye
Cumhuriyeti’ni korumak ve savunmak şerefi ile sorumluluğu Türk gençliğine
bırakılmıştır. Atatürk, Türk gençliğine hitab ederek düşüncelerini
şu anlamlı sözlerle dile getirmiştir:
“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklâlini, Türk
Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli
hazinendir. İstikbâlde dahi, seni, bu hazineden, mahrum etmek isteyecek,
dahilî ve haricî, bedhahların (kötülük isteyenler) olacaktır. Bir gün,
istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak
için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmiyeceksin!
Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir (ortaya
çıkabilir), istiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada
emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile
ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine
girilmiş, bütün orduları dağılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal
edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahîm olmak üzere,
memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet
içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin
(istilacıların) siyasî emelleriyle tevhid edebilirler (birleştirebilirler).
Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbâlinin evlâdı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi,
vazifen; Türk istiklâl ve Cumhuriyeti’ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun
kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!20
Görüldüğü gibi, Atatürk, Türk gençliğine seslenirken anlattığı
durum ve çizdiği tablo, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki
mağlubiyetiyle birlikte ortaya çıkan karanlık manzaradır. Hitabede bu
karanlık günlerin, Türk Milleti’nden alınan güçle aydınlığa dönüştürüldüğünü,
bu aydınlığın sürekli kalmasını sağlayacak ve Türk milletini daha güzel
yarınlara kavuşturacak gücün de Türk gençliğinin olduğunu
belirtmektedir. Ancak, Atatürk burada haklı olarak gelecek için bazı uyarılarda
bulunmaktadır. Öyle ki, her zaman Türk istiklâlini ve Cumhuriyeti’ni yok
etmek isteyen iç ve dış güçlerin ortaya çıkabileceğini, zorla ve hile
ile aziz vatanımızın önemli kurum ve kuruluşlarının ele geçirilebileceğini,
hatta memleketimizin her tarafının bilfiil işgal edilebileceğini, iktidara
hakim olanların gaflet ve dalâlet, hatta hıyanet içinde
bulunabileceklerini, ya da bazı yetkililerin şahsî menfaatlerinin düşmanların
siyasî emelleriyle birleşebileceğini hatırlatmaktadır. Ayrıca bu durum
ve daha zor şartlar içinde dahi, Türk gençliğinin en önemli görevinin,
Türk istiklâl ve Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar korumak ve savunmak olduğunu
açık bir tarzda bildirmektedir. Diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti’ni
ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek için gerekli kudretin, Türk gençliğinin
damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu ifade ederken, Türk gençliğine
olan sarsılmaz inancını ve Türk milletinin tarihî derinliklerinden gelen
gücünü, büyük bir hitabet örneği olarak ortaya koymuştur.
Son yıllarda devletimizin aleyhine sürdürülen çeşitli zararlı
faaliyetlerin artması, yaşanan soğuk ve sıcak savaşların tırmanması, bölgemizdeki
huzursuzlukların had safhaya ulaşması gibi hususlar, Atatürk’ün, Türk
gençliğinin, dış düşmanlara hatta ülkemizde gaflet, dalâlet ve hıyanette
bulunanlara karşı uyanık olması gerektiğini, millî birlik ve beraberliğimizin
son derece büyük önem taşıdığını belirtirken, ne kadar haklı olduğunu
bir kez daha teyit etmektedir. Bu yüzden Atatürk’ün gençliğe hitabesi,
sadece geçmişle ilgili belirli bir süreyi kapsamamaktadır. Bugün ve
gelecek için de geçerli olan ve bütün Türk milletinin ders alması
gereken canlı bir belge niteliği taşımaktadır.
“Atatürk’ün, cumhuriyet ve bağımsızlığımızın korunması gibi son
derece önemli görevleri neden Türk gençliğine verdiği veya hitabeyi
neden gençliğe atfettiği” tarzındaki sorulara ise: “Atatürk’ün gözünde
Türk gençliği milletin “dinamik kesimi”, “geleceği”, “taze gücü”,
“asil kanı”, “özsuyu”, “hayat kaynağı”dır. Gençlik
idealisttir, çıkar peşinde koşmaz, daima iyiyi, güzeli, doğruyu arar,
hakkın, doğrunun yanında yer alır, açık düşünceli, açık sözlü, dürüst
ve yapıcıdır.” 21 cevabı verilebilir. Ayrıca Atatürk, Türk gençliğini
yakından tanımakta ve ondaki vatanperverliği çok iyi bilmektedir. O gençlik
ki; Trablusgarp’ta, Balkanlar’da, Yemen’de ve daha bir çok yerde kanlarını
sebil etmiş, Sarıkamış Dağlarında, karların ak örtüsünü üzerine
kefen yapmış, Çanakkale’de düşmana karşı göğsünü siper etmiş,
Anadolu’nun bir çok yerinde vatan ananın kucağında ebedî uykusuna yatmış
olmanın hazzını tatmıştır. Atatürk, işte bu önemli özelliği ile Türk
gençliğinin vatan ve milletini her zaman ve ne pahasına olursa olsun,
sonsuza kadar koruyacağını bilmektedir.
Atatürk’e göre millî eğitim, bağımsızlık savaşı kadar önemlidir.
O, bunu Yunanlıların Kütahya-Eskişehir üzerinden Ankara’ya doğru saldırıya
geçtikleri günlerde ispat etmiştir. Düşman bütün gücüyle saldırıya
geçtiği sırada, 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında, Ankara’da, millî
eğitim-öğretim seferberliğini de başlatmıştır. Bu hareketiyle hem eğitim-öğretime
verdiği önemi göstermiş, hem de iç ve dış kamuoyuna Türk ordusunun başarıya
ulaşacağına emin olduğu imajını vermiştir. Bu dünya tarihinde hiç bir
ülkenin yapmadığı, hiç bir devlet adamının düşünmeye cesaret edemediği
bir harekettir. Atatürk, o tehlikeli günlerde, 16 Temmuz 1921 tarihinde,
Ankara’da
Maarif Kongresi’ni açarken,
yaptığı konuşmada düşüncelerini şöyle dile getirmiştir:
“... Gerçi bugün maddî, manevî ve menâbi-i kuvvamızı (kuvvet
kaynaklarımız), hudud-ı milliyemiz dahilindeki memleketlerimizde müstevli
(istilacı) bulunan düşmanlara karşı isti’mal etmek (kullanmak)
mecburiyetindeyiz, İrfan-i memleket için tahsis edilebilen şey müstakbel
maarifimize mâbihilistinad (dayanmaya vesile) olacak bir temel kurmaya kâfi
değildir. Ancak vâsi ve kâfi şerait ve vesâite mâlik oluncaya kadar geçecek
eyyâm-ı cidalde (mücadele günlerinde) dahi kemâl-i dikkat ve itina ile işlenip
çizilmiş bir millî terbiye programı vücude getirmeye ve mevcut maarif teşkilâtımızı
bugünden müsmir (sonuç veren) bir faaliyetle çalıştıracak esasları
ihzar etmeye hasr-ı mesaî eylemeliyiz...” 22
Daha sonra ise öğretmenlere şöyle hitap etmiştir :
“... Milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes bir vazifeyi deruhde eden
heyet-i mübeccelenizin (yüce heyetinizin) bugünün vaziyetini nazar-ı
itibara alacağından ve her müşkülü iktihâm (göğüs germe) ile bu
yolda gayet metinâne yürüyeceğinden şüphem yoktur. Vazifeniz pek mühim
ve hayatîdir. Bunda muvaffak olmanızı Cenab-ı Haktan temenni ederim.” 23
Eğitim sisteminin millilik ilkesine dayanması prensibi, Atatürk’ün ana
hedeflerinden birini teşkil etmektedir. Bu yüzden Atatürk, 1 Mart 1924’te
T.B.M.M.’nin açış konuşmasında, eğitim sisteminin her bakımdan millî
nitelikli bir siyasetle belirlenmesi talimatını şu sözlerle vermiştir :
“Türkiye’nin terbiye ve maarif siyasetini her derecesinde, tam bir vuzuh
ve hiç bir tereddüte yer vermeyen sarahat ile ifade etmek ve tatbik etmek lâzımdır.
Bu siyaset, her manasıyla, millî bir mahiyette belirtilmelidir.” 24
Başka bir konuşmasında da şunları ilâve etmiştir :
“Millî ahlâkımız, medenî esaslarla ve hür fikirlerle beslenmeli ve
takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir.” (1925)
“Bir millet irfan ordusuna mâlik olmadıkça, muharebe meydanlarından ne
kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin payidar neticeler
vermesi ancak irfan ordusuyla kaimdir.” (24 Mart 1923). 25
Ulu Önder Atatürk, hayatı boyunca eğitime ve eğitimcilere önem vermiş,
yeni Türkiye’nin kurulmasında kendisine en yakın yardımcı olarak öğretmenleri
görmüş, her fırsatta öğretmenleri ve öğretmenlik mesleğini yüceltmiştir.
Atatürk, öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmalarda esas itibarıyla
yeni nesilleri yetiştirecek olan cumhuriyet öğretmenlerinin görevleri üzerinde
ayrıntılı olarak durmuştur. Örneğin, Atatürk, 25 Ağustos 1924’te,
Ankara’da, toplanan Muallimler Birliği Kongresi’ne katılan üyelere,
yeni Türkiye’nin biçimlenmesinde ve yeni nesillerin yetiştirilmesinde en
önemli görevin öğretmenlere düştüğünü aşağıdaki sözlerle açıklamıştır
:
“Muallimler,
Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr muallim ve mürebbileri, sizler yetiştireceksiniz.
Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve
fedakârlığınız derecesiyle mütenasip (orantılı) bulunacaktır.
Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar
ister. Yeni nesli bu evsâf ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir. Mümtaz
vazifenizin ifasına âli himmetlerle hasr-ı mevcudiyet edeceğinize asla şüphe
etmem.” 26
Görüldüğü gibi, Atatürkçülükle gençlik, gençliğin yetiştirilmesi,
devletin geleceğinin güvence altına alınması ve millî ülkünün gerçekleştirilmesi
yönlerinden önemli bir yer tutar. Çünkü ahlâklı, kültürlü, memleket
meseleleri ile ilgili, millî karakteri temsil eden, çalışkan ve vatansever
bir gençliğin yaratılması Atatürk’ün gayesi olmuştur. O, “Milletin
bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm
arkamda kalmayacak.” derken işte bu gençliği kasdetmiştir.27
Atatürk’e göre gençlik çağı, olumsuz ve verimsiz bir taşkınlık çağı
değildir. Yılmayan bir azimle ve coşkuyla, canlılıkla, milletin daha güzel
yarınlara kavuşması için çalışma çağıdır. Onun gözünde Türk gençliği,
akılcı, bilimsel metodu benimsemiş, millî menfaatleri her şeyin önünde
tutan, Türk İnkılâbı’nı ve Cumhuriyet İlkeleri’ni savunan, yaşatma
mücadelesi veren dinamik bir güçtür. Büyük Nutku’nda Türk gençliğine
olan inancını dile getirirken bu hususlara da değinmektedir. Türk gençliği
Atatürkçülük’ün akılcı yolundan ayrılmayacak, akıl dışı
hareketlere ve yabancı ideolojilere sapmayacaktır. Dünyada her şey için,
uygarlık için, hayat için en gerçek yol göstericinin “ilim ve fennin”
olduğunu asla unutmayacaktır. “Hayatta en hakiki rehber ilimdir,
fendir.
İlim ve fennin dışında rehber aramak gaflettir, delâlettir, cehalettir”
diyen Atatürk, gençlerin ilim ve fennin yolunda ilerlemelerini ve bunu
kendilerine rehber olarak almalarını istiyordu. Onun bu sözleri aynı
zamanda millî meselelerin çözümünde de en önemli unsur olan sosyal ve
fen bilimlerin gereğini kanıtlamaktadır. 28
Atatürk gençlere bilgi sahibi olmayı, ilim, fen ve teknolojide çağdaş
devletlerin seviyesine çıkmayı, hatta onları geçmeyi hararetle tavsiye
ederken, diğer taraftan da millî seciye, millî geleneklere, Türklük
duygusuna, ülkü birliğine, ülke bütünlüğüne, millî birlik ve
beraberliğe önem verdiğini şöyle vurgulamıştır :
“Bir ülkenin en değerli varlığı yurttaşlar arasında millî birlik,
iyi geçinme ve çalışkanlık, duygu ve kabiliyetlerin olgunluğudur... Bu
sebeple Türk Milleti’nin idaresinde ve korunmasında, millî birlik, millî
duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” 29
Atatürk, 27 Ekim 1922 tarihinde, Bursa’da öğretmenlere hitap ederken sınıf,
cins, kültür farklılığının ortadan kaldırılarak millî birliğin sağlanması
gerektiğini şu sözlerle yeniden hatırlatmıştır :
“Hanımlar, Beyler!
Kat’iyyen bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır,
marîzdir (hastalıklıdır).” 30
Atatürk, gençleri, ülkeyi dört bir taraftan saran, hatta uzaklardan bile
onun varlığını, bütünlüğünü parçalamaya çalışan ve dün olduğu
gibi, bugün de ülke içine sızan düşmanları iyi tanımayı, onları
kendi silâhlarıyla tesirsiz hale getirmeyi, milletlerarası platformda sürdürülen
mücadeleyi yürütebilecek tarzda yetiştirmeyi planlamıştır. Batı’nın
ilmine, fennine, teknolojisine açık olmasına rağmen Atatürk, yakın komşularımızın
haris emellerine dikkat çekmiş, hayatı boyunca bütün yabancı
ideolojileri veya yurt dışından idare edilen teşkilâtları reddetmiş,
Avrupa devletleri gibi ABD’nin de siyasî, iktisadî ve askerî tahakkümüne,
mandasına, liderlik iddialarına asla müsaade etmemiştir. Yabacıların ülke
üzerinde söz sahibi olmak istemelerine karşı çıkmıştır. Bu konudaki
hoşgörüye, vurdumduymazlığa, hiç müsaade etmemiş ve gençlerle halkın
son derece duyarlı hareket etmesini tavsiye etmiştir :
“Millî terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafâtından (boş
inançlarından) ve evsâf-ı fıtriyemizle (yaratılışımızdaki özelliklerle)
hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan
gelebilen bilcümle tesirden tamamen uzak, seciyye-i millîye (millî
karakterimiz) ve tarihiyemizle mütenâsip (uygun olan) bir kültür
kasdediyorum. Çünkü dehâ-ı millîmizin inkişâf-ı tâmmı ancak böyle
bir kültürle temin olunabilir. Laalettayin (gelişigüzel) bir ecnebî kültürü
şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin muhrip (tahrip edici)
neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür (haresât-ı fikriyye) zeminle mütenasiptir.
O zemin, milletin seciyesidir.” 31
Kararlı, azimli, hiçbir şeyden yılmadan ve ülke çıkarları için son
derece hassas olan Atatürk, Konya Türk Ocağı’nda 20 Mart 1923 tarihinde
yaptığı konuşmada dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak öncelikle
kendi benliğimize, milliyetimize sahip çıkmamız, millî varlığımıza düşman
olanlarla dostluk kurmamamız, millî benliğimize, bağımsızlığımıza ve
geleceğimize kastedecek güçleri zararsız hale getirmemiz, hatta bu mücadelede
tek başına kalsa dahi, millet ve memleketimiz aleyhinde faaliyette
bulunanları kendisinin yok edeceğini şu sözlerle ifade etmiştir :
“... Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi
benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef al
(uğraş) ve harekâtımızla gösterelim; bilelim ki millî benliğini
bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır (avıdır).
Mevcudiyet-i milliyemize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı
bir Türk şairinin dediği gibi,
(karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
‘Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi’ diyelim. Düşmanlarımıza
bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkuremize, istikbâlimize
yan bakan her ferdi düşman telâkki ettiğimiz gün, millî benliğe
uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her
haili (engeli) derhal devirdiğimiz gün, halâs-ı hakikiye (gerçek kurtuluşa)
vasıl olacağız. Ve sizler gibi münevver, azimli, imanlı gençler
sayesinde bu halâsa vasıl olacağımıza emin olabiliriz...”
“Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan pahasına,
en nihayet elde ettiği umde-i hayatiyesine (hayat prensipsiplerine) kimseyi
tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların, Teşkilâtı
Esâsiye’nin (Anayasa’nın) mahiyet ve hikmeti hep bundan ibarettir.
Sizlere bunun da fevkinde bir söz söyleyeyim. Farzı muhal eğer bunu temin
edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım
atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam,
yine tepeler ve yine öldürürüm.” 32
Türk Milleti, Atatürk’ün gösterdiği yüce hedefe doğru ulaşmak üzere,
uzun mesafeler katetmiş, bir çok büyük engeli aşmıştır. Bugünün 70
milyonluk Türkiye’si, 1920’lerin 10-12 milyonluk Türkiye’sinden,
mukayese edilemeyecek tarzda büyük ölçüde ilerlemiştir. Fakat henüz
Atatürk’ün millî ülkü olarak benimsediği hedefe ulaşmış değiliz.
Bu hedefe ulaşmak için Atatürkçülük, gençlerin ilmî eğitim-öğretimlerinin
yanısıra, Atatürk İnkılâp ve İlkelerine bağlı olarak millî bir ruhla
yetiştirilmelerini öngörmektedir. Gençlerin kazanacağı eğitim, her şeyden
önce, millî ahlâka uygun olacak, manevî vasıflarla donatılacak, bağımsızlık,
vatan ve millet sevgisi ile pekiştirilecek, sağlam aile yapısına
dayanacak, millî birliği ve beraberliği temin edecektir. Cumhuriyeti iç ve
dış tehlikelerden korumayı en büyük görev saymak, bu duygularla
birbirlerine kenetlenmek, Atatürkçü gençliğin temel niteliklerindendir.
33 Atatürk, eğitim ve öğretim sisteminin her kademesinde bu hususlara
uyulmasını isteyerek gençleri yetiştirecek olan öğretmenlere şu
direktifleri vermektedir :
“Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa
mevcudiyeti ile, hakkı ile, birliği ile tearuz eden (ters düşen) bilûmum
yabancı anasırla (unsurlarla) mücadele lüzumunu ve efkâr-ı millîyeyi
kemâl-i istiğrak ile (millî duyguya dayanan düşünceleri büyük bir
olgunlukla) her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârlıkla müdafaa
zarureti telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün kuvâ-yı ruhiyesine (manevî
gücüne), bu evsaf (özellik) ve kabiliyetin zerki (aşılanması) mühimdir.
Daimî ve müthiş bir cidal (mücadele) şeklinde tebarüz eden (beliren)
hayat-ı akvamın felsefesi (milletlerin hayat felsefesi), müstakil ve mesud
kalmak isteyen her millet için bu evsafı (özelliği) kemâl-i şiddetle (büyük
bir arzu ile) talep etmektedir.” 34
Atatürk’e göre Türk genci, “göreceği öğrenimin sınırı ne olursa
olsun, ilk önce ve her şeyden önce”, Türk milletinin bütünlüğüne,
bağımsızlığına, millî geleneklerine yönelen tehlikelere karşı mücadele
gereğini öğrenmelidir. Bunun için dayanacağı en önemli temel manevî
unsurlardır. Manevî unsurlar arasında ise, vatan sevgisi, millet sevgisi,
bayrak sevgisi, çalışmak, büyükleri sevmek, muhtaçlara yardım etmek vs.
hususlar yer almaktadır. Bu konuda Atatürk şöyle seslenmiştir :
“Efendiler!
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne
olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi
benliğine, ananat-ı millîyesine (millî geleneklerine) düşman olan bütün
anasırla (unsurlarla) mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir (alkışlar).
Beynelmilel vaziyet-i cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasır-ı
ruhiye ile mücehhez (dünyada milletlerarası duruma göre, böyle bir mücadelenin
gerektirdiği manevi unsurlara sahip) olmayan ferdlere ve bu mahiyette
ferdlerden mürekkeb cemiyetlere hayat ve istiklâl yoktur.”
Atatürk’ü anlamak, O’nu yaşamak ve yaşatmak ancak O’nun işaret ettiği
yolda, millî birlik ve beraberlik içinde yürümekle olur. Yıllar boyunca
Atatürk’le Atatürkçülük, iç ve dış düşmanlarımız tarafından
unutturulmak istenmiş, gerçek hedeflerinden saptırılmaya çalışılmıştır.
Bunda başarılı oldukları ölçüde boşalan dimağlara, ülkemize ve
milletimize büyük zarar veren yabancı ideolojileri yerleştirmek istemişlerdir.
Bu acı deneyimleri görerek yaşamış olan gençlerimizin bugün her
zamankinden daha çok tecrübeli ve daha bilinçli olarak geçmişten gerekli
dersi almış olduklarına inanıyoruz. Gençlerimiz, Atatürk’ü
anlayabildikleri ve O’nun düşünce sistemini bütün boyutlarıyla
kavrayabildikleri oranda, her türlü bölücü ve yıkıcı akımlara karşı
koyacak gücü kendilerinde bulacaklardır.
Gençlerimiz bugün, her zamankinden daha fazla, Atatürk’ün direktiflerini
yerine getirmek mecburiyetindedirler. Çünkü Türk milletinin Millî Mücadele
ve sonraki yıllarda büyük imkânsızlıkların üstesinden geldiğini ve çetişli
engelleri aşarak makus talihini yenip başarıya ulaştığını her zaman
hatırlamaları gereklidir. Türk gençliği, Türk hayatına, Türk istiklâline
kasteden Mondros ve Sevr’in ağır hükümlerini de asla unutmamalıdır.
Gençlik, Türk toplumunun tarihî, sosyo-kültürel, iktisadî, siyasî,
hukukî gelişimi içinde, Atatürkçülük hareketinin yerini ve önemini
belirlemelidir. Her türlü katı dogmalardan, modası geçmiş doktriner düşüncelerden
ve yabancı ideolojilerden uzaklaşarak gerçek Atatürkçülük anlayışına
sahip çıkmalıdır.36
Cumhuriyetimiz, Atatürk’le arkadaşlarının önderliğinde, Türk
milletinin büyük çaba ve fedakârlıklarıyla kurulmuştur. Ama onu yükseltecek
ve devam ettirecek olanlar yeni nesillerdir. Bunlar, kendilerine bırakılan
manevî emaneti, her türlü güçlük karşısında yılmadan sonsuza kadar
yaşatmalı ve takip etmelidirler. Türk gençliği, Atatürk’ün yolunu
izlemelidir. Böylece Türk gençleri, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin
en değerli örneği olacaklardır. Onun içindir ki, “yorulmadan Ulu Önderlerinin
yolunu takip edeceklerine dair söz veren” Bursa’daki gençlere Atatürk,
heyecanlı ve mutlu olarak şöyle seslenmiştir.
“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar,
yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim
sizden istediğim şey, yorulmadan değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek,
yorulduğunuz dakikalarda da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her
insan, her mahluk için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenecek
manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları, dinlendirmeden yürütür.
Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip
edeceksiniz. Ben bu akşam buraya bunu size anlatmak için gelmiş
bulunuyorum. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla
yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim idealimize durmadan yorulmadan yürüyecektir.
Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız.” 37
İşte Atatürk gibi bir Ulu Öndere ve yüce Türk milletine böyle bir gençlik,
böyle özverili bir gençliğe ve şerefli Türk milletine de Atatürk gibi büyük
bir devlet adamı yaraşır.
“Maksat bizim yaşamamız değil, maksat milletin yaşamasıdır.” diyen
Atatürk, sadece Türklüğü yaşatmakla yetinmemiş, büyük bir inkılâpçı
olarak ölünceye kadar fikirleri uğruna mücadele etmiştir. O’nun
ilkeleri ve inkılâpları sayesinde Türklük gelecekte de yaşamasını
devam ettirmek üzere yeni bir itici güce kavuşmuştur. Bu gücün
temsilcileri ise, her dönemde Türk gençleri olacaklardır. Gençlerimiz,
Atatürk’ü yaptıkları ile değerlendirdikçe, düşüncelerini ve
ilkelerini anladıkça ve bunları uyguladıkça Atatürk’ün işaret ettiği
gibi: “En medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmek”,
“Millî kültürümüzü medenî milletlerin seviyesi üzerine çıkarmak”
38
hedefine ulaşılacaktır.