1 Haziran 2007
ORGENERAL ERGİN SAYGUN

Ulu önder Atatürk; barışın, güvenlik ve istikrarın geniş bölgelere ve hatta tüm dünyaya yayılması için çaba sarf ettiğimiz bu günlerin parolasını da o günlerde ortaya koymuştur “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”.

     2003 yılında NATO’ da yapılan çok katılımlı bir toplantıda müttefik bir Oramiral konuşmasını “Ona bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var” diye bitirmiştir.

     Bunları ATATÜRK bitti, ATATÜRKÇÜLÜK bağnazlıktır, Türkiye’nin önünü tıkıyor, resimlerinin indirilmesi gerekir, Anayasa’dan ATATÜRKÇÜ hükümleri çıkarmak gerekir diyenlere ithaf ediyorum. Her şeyi ile geleceğe yönelmiş, bütün bir ulusu geleceğe yöneltmiş, bunun simgeleri olarak çocuklara ve gençlere bayram yapmış, “Gençler Cumhuriyeti biz kurduk siz yaşatacaksınız.”demiş. Öğretmenlere yeni nesil sizin eseriniz olacaktır diyerek herkese gelecek ile ilgili görevler vermiş, birine yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Onun hakkında laf edebilmek için, evvela onu anlamak ve hazmetmek gerekir. Allah ona uzun ömürler versin ve başımızdan eksik etmesin.



GENELKURMAY II NCİ BAŞKANI ORGENERAL SAYIN ERGİN SAYGUN’UN
SEMPOZYUM KAPANIŞ KONUŞMASI

( 01 HAZİRAN 2007 )

     Sayın Komutanlarım,

     Değerli Konuklarımız,

     Sayın Basın Mensupları,

     Öncelikle Sempozyuma gösterdiğiniz yakın ilgiden dolayı hepinize şükranlarımı sunuyorum.

     Birbirinden önemli ve kapsamlı bildiri ve konuşmaların yer aldığı bu iki günün sonunda, ulaşılan ortak noktalara değinerek sempozyumun genel bir değerlendirmesini yapmak istiyorum.

     İlk olarak, güvenliğin kapsamının değişerek, gittikçe zor tanımlanır hale geldiğini gördük. Güvenliğin askeri, siyasi, sosyal, ekonomik, psikolojik, çevre, siber, enerji v.b. gibi çok farklı boyutları ortaya çıkmış, ayrı özelliklere sahip olan bu güvenlik parametrelerinin her biri için, ayrı uzmanlıklara dayalı farklı tedbirlerin alınması zorunlu hale gelmiştir.

     Değerli konuklar;

     Soğuk Savaş döneminde tehditler sabitti. Bu tehditlerin gelişim dinamiğini tahmin etme imkanı vardı. Hatta karşılıklı dehşet dengesine dayalı caydırıcılık sistemi ile bu gelişimi yönetmek imkanı dahi mevcuttu. Soğuk savaşın ardından bugün ise, tehdit ve tehlikenin zaman, mekan ve boyutunun tam olarak kestirilmesi mümkün olmamakta, asimetrik olarak tanımlanan ve belirsiz yönleri fazla olan bu tehdide karşı mücadelede, toplumlar tahayyül edilemeyecek felaketlere sürüklenmekte, kitleler kaos ortamında yaşamak zorunda bırakılabilmektedir. Bu tehditlere yönelik müşterek bir anlayışın getirilmesi; tehdidin önlenmesi ve uluslararası ilişkilerde, en azından nispî bir istikrar sağlanması için kilit unsur haline gelmiştir.

     Küresel birliktelikler; sadece uluslararası örgütler kanalıyla değil, aynı zamanda küresel bir anlayışın oluşturulması ile mümkün olabilecektir.

     Sempozyumun konusu olan ‘’Güvenliğe’’ bu açıdan bakıldığında; Batı ile Doğu arasında anlayış birliği oluşturulması küresel güvenliğin sağlanmasında en önemli faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ilişkide, olası çatışmaları önleyecek güven artırıcı bir ortam tesisi bakımından diyalog, çok büyük önem taşımaktadır. Sempozyum sırasında da ifade edildiği gibi, Türkiye, Batı ve Doğu arasında anlayış köprüleri kurulmasında hayati bir rol oynama özelliklerine, imkan ve kabiliyetlerine sahiptir.

     Bu gün yaşanan olaylar ile ülkelerin birbirinden son derece farklı güvenlik algılamaları birlikte incelendiğinde; Batı ile Doğu arasında şiddeti gittikçe artan, endişe verici bir anlaşmazlığın var olduğu dikkat çekmektedir. Bu anlaşmazlığın temelinin dine dayandırılması, meselenin çözümünü de zorlaştırmaktadır. İki milyar Müslüman’ın potansiyel terörist olarak görülmesinin batıda bir genel politika ve anlayış olarak benimsenmiş olması, işbirliğinin önündeki en büyük problem olarak ortaya çıkmakta ve bu yaklaşım birleştirici çabaları başlangıçtan itibaren engelleyerek, ayırıcı bir nitelik haline dönüşmektedir.

     Değerli konuklar,

     Gerçekte İslami terör yanlış bir anlayış ve ifadedir. Din Allah ile kul arasındaki bir inanç ve gönül bağıdır. Bu bağı başka maksatla ve beklentiler için kullanırsanız, o din olmaktan çıkar, eklediğiniz sıfatın hüviyetini kazanır.

     İslam’ın önüne ılımlı, finansal, radikal, demokratik, siyasi gibi sıfatlar eklemek de doğru değildir. Bu yaklaşım Batı ile Doğu arasındaki işbirliğini daha da imkânsız hale getirmektedir.

     Bu noktada meselenin diğer boyutuna da bakmak gerekmektedir. Kuran-ı Kerim’in satır aralarından sözcükler seçip bunları İslam’ın şiddet yanlısı bir din olduğu yolunda iddialarda bulunmak ne kadar yanlışsa, dini, terörist faaliyetleri kamufle edecek bir paravan olarak göstermek de aynı derecede yanlış ve kabul edilemezdir.

     Bu gün Irak’ta Türk vatandaşların zayiatı, ABD hariç, diğer koalisyon ülkelerinin askeri zayiatından fazladır. Irak’a sadece ekmek parası kazanmak, geçimini sağlamak için giden Türk şoför veya inşaat işçileri İslam adına olduğu iddiası ile başka Müslümanlar tarafından hunharca öldürülmektedir. Öyle gösterilmeye çalışılsa da bunun din adına yapıldığını kabul etmek mümkün değildir.

     Sayın konuklar,

     Sempozyum esnasında, yaşadığımız yüzyılda dünya barışı ve güvenliği için en büyük tehdidin ve krizlerin ana kaynağının terörizm olduğu konusunda herkesin hemfikir olduğu görülmüştür.

     Sayın Gnkur. Bşk. tarafından da ifade edildiği gibi, terörün tanımından Batıdaki yaygın yaklaşım gibi sadece radikal din sömürüsünden kaynaklanan terör anlaşılmamalıdır. Terör, aynı zamanda ayrılıkçı etnik akımlardan da beslenmektedir. Bu kaynaktan beslenen terör de en az diğeri kadar küresel güvenliği tehdit eden boyutlardadır.

     Bu gün itibarıyla terör, hiç kimsenin ve hiçbir ülkenin kendini güvende hissedemeyeceği bir ortam oluşturmuş ve terörist örgütlerin; radyolojik, biyolojik veya kimyasal silâhlara sahip olma olasılıklarından dolayı da, çok daha korkutucu ve ülkelerin iç meselesi olmaktan öte bir anlam ve boyut kazanmıştır.

     11 Eylül felaketi, PKK terörü nedeniyle binlerce masum vatandaşını kaybeden ve ABD halkının teröre karşı hissiyatını en iyi şekilde anlayan Türk halkı tarafından da hiçbir zaman unutulmayacaktır.

     Bu gelişmelerin farkına varmakta geç kalınması, tüm ülkelere telafisi zor zararlar verebilecek sonuçlar doğurabilecektir. Örneğin; gençliğin uyuşturucu ile zehirlenmesi, sosyal güvenlik sistemlerinin istismarı, insan ve silah kaçakçılığı, adi suçlardaki artış gibi olaylar derinliğine incelendiğinde, terör örgütleri bağlantıları ile karşılaşılması kaçınılmazdır.

     Aynı şekilde teröre kendilerine zarar vermemesi için müsamaha gösterenler, bir gün mutlaka bu terörden bir şekilde zarar göreceklerdir. Yakın geçmişimiz bunun örnekleri ile doludur.

     Hâl böyle iken, teröre sadece insan hakları ve özgürlükler paravanının arkasından, bir anlamda sempati ile yaklaşılması ve hatta terörün bir araç olarak görülmesi eğilimi de son derece tehlikelidir. Terör, sadece zarar görüldüğünde hatırlanacak bir olgu değildir. Tanımı üzerinde mutabık kalınmasa bile, parametreleri üzerinde ortak bir anlayışa varılması ve iş birliği içinde çözümler üretilmesi bir zorunluluktur.

     Az önce ifade etmeye çalıştığım hususlar özellikle PKK terör örgütü için geçerlidir. Savunduğunu iddia ettiği masum insanlara zarar vermekten çekinmeyen, sık sık renk ve isim değiştirerek, Marksist-Leninistlik’ten, radikal dincilerle iş birliğine varan bir boyutta eylemlerini sürdüren bu terör örgütü, Irak’taki gelişmelerden en çok yararlanan grupların başında gelmektedir.

     11 Eylül saldırılarından sonra, başta BM, AB ve NATO olmak üzere, uluslar arası organizasyonlar tarafından terörle mücadele için çok sayıda karar alınmış, terörle mücadele konseptleri oluşturulmuştur.

     Ancak bütün bu kararların, konseptlerin, teşkilatlanmaların, öngörülen tedbirlerin uygulamaya konması ile bir anlam ifade edeceği açıktır. Bugün bu noktanın çok uzağında olduğumuz muhakkaktır. İlgili ülkelerin teröre karşı gerekli tedbirleri almamalarını veya bu kararları sadece belli bölge ve ülkelere karşı uygulamalarını anlamakta güçlük çekiyoruz. Sempozyum esnasında bu konuda gerekli açıklamalar detaylı olarak yapıldığı için bu konu üzerinde fazla durmak istemiyorum.

     İçinde bulunduğumuz küresel ortam ve bu ortamın karmaşıklığı dikkate alınırsa, ulusal güvenliğin terörizm bağlamında uluslararası güvenliğe doğrudan bağımlı olduğu açıktır. Bu da uluslar arası boyutta işbirliği, ortak mücadele, istihbarat paylaşımı gibi temel konularda anlayış ve gayret birliğini gerektirmektedir.

     Bu çerçevede, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 12 ve 28 Eylül 2001’de almış olduğu iki karara bakmakta yarar vardır. Bu kararlarla, bütün devletlerden; kendi ülke topraklarının diğer ülkelere ve diğer ülke vatandaşlarına yönelik terörist eylem yapan ya da yardım eden, planlayan ve finanse eden kişilerce kullanılmasının engellenmesi, terörizmin finansmanını yok etmesi ve önlemesi, terörist eylemlerin önlenmesi ve yok edilmesi konusunda iş birliği yapmaları ve bilgi alışverişinde bulunmaları istenmiştir. Görüldüğü gibi, bu kararların içeriğinde terörle mücadele için gerekli ana unsurlar bulunmaktadır.

     Bugün bu konuda bazı gelişmeler olmakla birlikte, istenilen noktada olduğumuzu söylemek güçtür. Bu durumun temel nedeni de günümüzde hala terörizmin tüm ülkeler tarafından kabul edilen bir tanımının olmamasıdır. Bu tanımdan başlamak üzere, uluslararası terörle mücadelede Birleşmiş Milletlerin etkinliğinin artırılması gerekmektedir. Bizim anlayışımıza göre terörün dini, milleti, coğrafyası yoktur.

     Değerli konuklar,

     Güvenliğin eşit paylaşılması ve bölünmezliğinin kabul edilmesi önemlidir. Sempozyumda; bu konuda özellikle uluslararası kuruluşlar arasındaki işbirliği ihtiyacını fevkalade artırdığı ortaya çıkmış, gayret ve kaynak israfına yol açan gereksiz tekrarlardan kaçınılmasının önemi vurgulanmıştır.

     Konuşmacıların, güvenlik kavramındaki değişikliklerle ilgili yaptıkları konuşmalarda, Küresel İklim Değişikliği’nin ve Enerji Arz Güvenliği’nin de uluslararası güvenlik kavramında yerini aldığını görüyoruz.

     Küresel boyutta ortak kaygılarımız sadece asimetrik tehditler ya da Silahlanma değildir. Çok daha farklı şekilde bir tehdit de karşımıza çıkmaktadır. Küresel iklim değişikliği. Bu iklim değişikliğinin olumsuz yönde etkileyeceği ve gittikçe azalan, yaşamımız için hayati önemi olan dünya tatlı su rezervlerinin büyük bir bölümü (% 60’ı) sınır aşan su havzalarında bulunmaktadır. Bu durum gelecekte bu kaynakların paylaşılması ve temiz olarak korunması konularında ülkeler arasında bir takım gerginliklerin yaşanabileceği konusunda bize ip uçları vermektedir.

     Dünya nüfusunun hızla artması, teknolojik gelişmeler ve sosyal yapıda ortaya çıkan refah seviyesindeki artış, enerji talebini artırmakta, enerji kaynakları sınırlı ve ihtiyacı karşılamakta yetersiz kaldığından önemini korumaktadır. Bu da “enerji arz güvenliği”ni ön plana çıkarmaktadır. Enerji, aynı zamanda, ulusal güvenliğin sağlanmasında da önemli faktörlerden birisini teşkil etmektedir.

     20 nci yüzyılda petrolün en önemli enerji kaynağı haline gelmesi, Orta Doğu ülkelerinin petrol kaynakları açısından zenginliği ve bu bölgedeki etnik ve menfaat çatışmaları nedeniyle yaşanan istikrarsızlık, Orta Doğu’daki kriz bölgelerine müdahale edecek güçler için Doğu Akdeniz’i stratejik ve jeopolitik açıdan önemli bir bölge haline getirmiştir. Bu önem, Bakü-Ceyhan Boru Hattı Projesi gibi enerji projeleri nedeniyle giderek artmaktadır.

     Türkiye’yi çevreleyen Ege Denizi, Akdeniz ve Karadeniz’in güvenliği konusu da bu kapsamda ele alınmaktadır. BLACKSEAFOR, Güven Artırıcı Önlemler, Karadeniz Uyum Harekatı, Active Endeavour ve UNIFIL harekatlarına katkılar, Türkiye’nin bir güven adası olma konusundaki aktif politikasının göstergeleridir.

     Günümüzde, yeni bölgesel güvenlik mimarileri inşa edilmeye çalışılmaktadır. Bu tür organizasyonların bölgesel ve küresel güvenliğe katkıları asla göz ardı edilmemelidir. Önemli olan husus, karşılıklı rekabetten ziyade, işbirliği ve koordinasyonun sağlanmasıdır. Ancak bu sayede güç birliği ve güvenliğe yönelik tehditler bertaraf edilebilirler.

     Küreselleşme hemen hemen bütün katılımcılar tarafından dile getirilmiştir. Ancak, küreselleşmenin yanı sıra bölgeselleşmenin de günümüzde önemli bir gelişme olduğu göz ardı edilmemelidir. Bölgeselleşme yaklaşımları, ülkeler arasında gruplaşmaları çoğaltmıştır. Halen, aynı coğrafi bölgede iç içe geçmiş gruplaşmalar dahi mevcuttur. Bu grupların ortak menfaatleri vardır ve diğer gruplarla bir çatışma içinde olmaları kaçınılmazdır. Bu oluşumların, bölgesel çatışma riskini artırabileceği de hafızalarda tutulması gereken önemli konulardan birisidir.

     Sonuç olarak, tüm insanlık için çok önemli olduğunu değerlendirdiğim bir hususu tekrar dikkatlerinize sunmak istiyorum. Eğer hepimiz tehditlerden ve krizlerden arındırılmış bir dünya istiyorsak bunun ancak uluslararası işbirliği ve koordinasyon ile sağlanabileceğini peşinen kabul etmek zorundayız.

     Değerli konuklar,

     Bilgi, aklın yolunu açar. Akıl, bilginin üzerinde yükselir. Bu sempozyum aklın ve bilginin buluşmasına ortam yaratmıştır. Bu çalışmanın kısa vadede en büyük kazancı budur. Bu konuşmalardan biz birçok şey aldık. Bu sempozyumun sonuçlarını en kısa zamanda detaylı olarak analiz edeceğiz. Yeni yol haritalarının çizilmesinde, güvenlik boyutlarında neler çıkarabiliriz ? Bunu tekrar bilim adamlarımızla tartışacağız, onları kararlarımıza ortak kılmaya çalışacağız.

     Seçkin bilim adamlarının ve uzmanların geniş kapsamlı katılımlarıyla gerçekleştirilen bu sempozyum; akademik niteliğiyle bizler için son derece örnek ve yararlı bir çalışma olmuştur. İnanıyorum ki, tüm katılımcılar, uluslararası güvenliğin yeni boyutlarına ve uluslararası örgütlerdeki değişime sempozyumundan çıkan sonuçlar çerçevesinde, daha farklı şekilde bakacaklardır.

     Burada biraz önce Prof. Nakaniski ülkesinin geleneksel nezaketi ve zarafeti ile çok güzel bir bildiri sunmuştur. Bildiride Türklüğün tarif edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Ben bu konuya hemen bir açıklık getirmek isterim. TC’yi kuran Türk Halkına Türk Milleti denir. Bizim milliyetçiliğimiz bayrağına, insanını, ülkesini sevmektir. Irkçılık ve kendisinden olmayanı dışlamak değildir.

     Değerli konuklar;

     Çalışmalarda gösterilen özen sempozyumun başarıyla icra edilmesini sağlamıştır.

     Oturum Başkanlığı, raportörlük ve bildiri sunmak amacıyla çalışmalara katılan değerli bilim adamları ve konuşmacılar yaptıkları katkılarla sempozyuma derinlik ve zenginlik kazandırmışlardır.

     Ayrıca, sempozyuma katılan konuklarımız da ifade ettikleri görüşleri ve panelistlere sordukları sorularla bu derinlik ve zenginliği artırmışlardır.

     Değerli dinleyiciler; geniş ve aktif katkı ve katılımları ile bu sempozyumun başarısının mimarları olan yerli ve yabancı seçkin bilim adamlarına, uzman ve konuşmacılara huzurlarınızda teşekkür ediyor, şükranlarımı sunuyorum.

     Bir dinleyicimiz tarafından; Türkiye’deki terörün sebeplerinden birisinin bölgeler arasındaki farklılıklar ve bazı bölgelere yatırım yapılamaması olduğuna yönelik bir soru sorulmuştur. Bu konuya bir açıklık getirmek isterim. Devlet her bölgeye yatırım yapmaktadır. Ancak teröristler okulları yakmakta, yolları tahrip etmekte, şantiyeleri basmakta, santralleri yakmaktadır. Yani bu bölgelere terör örgütü yatırım yapılmasını engellemekte, yapılan yatırımları ise yakıp yıkmaktadır.

     Sempozyumun koordinatörlüğünü yapan, Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanı Korg. Eyüp KAPTAN’a, SAREM Başkanı Tuğg. Süha TANYERİ’ne ve sempozyumun planlanması ve icrası için yoğun mesailerini yakinen izlediğim SAREM personeline, bu güzel organizasyon için huzurlarınızda en içten teşekkürlerimi ve takdirlerimi sunuyorum. Sempozyumun icrasına sağladığı değerli katkıları için, Harp Akademileri Komutanı Hv. Org. Aydoğan BABAOĞLU’nun şahsında, Harp Akademilerimizin tüm personeline katkıları için en içten şükranlarımı ve teşekkürlerimi sunmak istiyor, değerli katkılarınız için tekrar teşekkür ediyorum.

     Değerli konuklar,

     Geleceğe yönelik öngörüler konusunu bir defa daha ama bu sefer başka bir amaçla açarak sözlerime son vermek istiyorum.

     Dün ve bugün parça parça değinilen bir konuyu da bu şekilde toparlamak istiyorum.

     Ulu önder Atatürk; 1932 yılında Amerikalı General Mc Arthur ile yaptığı görüşmede ''Versay Antlaşmasının, 2 nci Dünya Savaşının tohumlarını attığını, Almanya'nın bütün Avrupa'yı ele geçirecek bir orduyu kısa bir zamanda kurabileceğini ve harbin 1940-1945 yılları arasında başlayacağını, çıkacak bir harpte Amerika'nın tarafsız kalamayacağını, Avrupa'da olacak bir harbin başlıca galibinin ne İngiltere, ne Fransa ve ne de Almanya'nın değil, sadece Sovyet Rusya olacağını'' söyleyerek hem 2 nci Dünya Harbi’nin nasıl cereyan edeceğini anlatmış, hem de müteakiben yaşanacak Soğuk Savaş Döneminin resmini çizmiştir.

     Atatürk, dün de ifade edildiği gibi, 1933 yılında ''Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Fakat yarın ne olacağını bugünden kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya - Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir ...’’ diyerek Varşova Paktı’nın çöküşünü, SSCB’nin dağılışını ve yeni bağımsız devletlerin kuruluşu ile şekillenen soğuk savaş sonrasını, 57 yıl öncesinden tarif etmiştir.

     Ulu önder Atatürk; barışın, güvenlik ve istikrarın geniş bölgelere ve hatta tüm dünyaya yayılması için çaba sarf ettiğimiz bu günlerin parolasını da o günlerde ortaya koymuştur “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”.

     2003 yılında NATO’ da yapılan çok katılımlı bir toplantıda müttefik bir Oramiral konuşmasını “Ona bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.” diye bitirmiştir.

     Bunları ATATÜRK bitti, ATATÜRKÇÜLÜK bağnazlıktır, Türkiye’nin önünü tıkıyor, resimlerinin indirilmesi gerekir, Anayasa’dan ATATÜRKÇÜ hükümleri çıkarmak gerekir diyenlere ithaf ediyorum. Her şeyi ile geleceğe yönelmiş, bütün bir ulusu geleceğe yöneltmiş, bunun simgeleri olarak çocuklara ve gençlere bayram yapmış, “Gençler Cumhuriyeti biz kurduk siz yaşatacaksınız.”demiş. Öğretmenlere yeni nesil sizin eseriniz olacaktır diyerek herkese gelecek ile ilgili görevler vermiş, birine yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Onun hakkında laf edebilmek için, evvela onu anlamak ve hazmetmek gerekir. Allah ona uzun ömürler versin ve başımızdan eksik etmesin.

     Beni sabırla dinlediğiniz için tekrar teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.


Kaynak: http://www.tsk.mil.tr/10_ARSIV


GENELKURMAY II NCİ BAŞKANI ORGENERAL ERGİN SAYGUN’UN
“DEĞİŞEN GÜVENLİK ORTAMINDA NATO” KONULU ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİSİ

( 31 MAYIS 2007 )

      TRANSATLANTİK BAĞIN GELECEĞİ, NATO VE AGSP (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası);

     Sayın Komutanım, Komutanlarım, Değerli konuklar, hepinizi saygı ile selamlarım.

     Takdimimi, Avrupa’nın geleneksel güvenlik yapılanması çabaları ve bu çabaların bu güne yansımalarını esas alarak hazırladım. Çünkü NATO’nun değişen güvenlik ortamının neresinde olduğunu ve nereye doğru gittiğini daha iyi görebilmek için, her şeyden önce Avrupa Güvenliğinin aktörlerinin tutumlarının ortaya konmasının gerektiğine inanıyorum.

     Takdimim sadece güvenlik ile ilgili hususlara inhisar edecek olup, başka bir mülahaza ile kaleme alınmamıştır. Ayrıca konunun Türkiye’yi ilgilendiren boyutlarına da zamanın müsaadesi nispetinde değineceğim.

     Konuşmamın konusu bağlamında "NATO’nun Geçirdiği Değişim", bazı düşünürler tarafından, iç içe geçmiş de olsa, üç aşamada incelenmektedir.

     - Soğuk Savaş,

     - Soğuk Savaş sonrasındaki 10 yıl ve

     - 11 Eylül 2001’deki terörist saldırılarla başlayan dönem.

     Bu dönemlerin her biri, güvenlik için birbirinden çok farklı tehditler doğurmuş ve her biri için de farklı müdahaleler gerekmiştir. Sonuç olarak bu dönemlerin her biri farklı bir NATO ortaya çıkarmıştır.

     Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın güvenliği için, önce 1948 Brüksel Antlaşması ile Batı Avrupa Birliği, hemen arkasından da 1949 tarihli Vaşington Antlaşması ile NATO kurulmuştur. Sovyetler Birliği bu oluşumlara 1955’te Varşova Paktı ile cevap vermiştir.

     Bu arada, 1950 tarihli SCHUMAN Planına istinaden, 1951 Paris Antlaşması ile bugünün AB’sinin temeli olan Avrupa Kömür ve Çelik Teşkilatı kurulmuştur.

     Görüldüğü gibi Avrupa sürekli bir güvenlik ve birleşme çabası içinde olmasına rağmen, bunu bir türlü gerçekleştirememektedir.

     Soğuk Savaş dönemi boyunca NATO, şablonlara dayalı savunma anlayışı ile şekillenen bir rol oynamış ve nükleer silahları esas alan caydırıcılık gücünü kullanmıştır.

     Soğuk Savaşın sona ermesiyle, genel savaş tehdidi, yerini nereden geleceği belli olmayan asimetrik tehditlere bırakmıştır. Buna göre de NATO’da neye karşı savunulacağı değil, neyin korunacağı esas alınmıştır. Kolektif savunma anlayışıyla çok fazla uyuşmasa da, ‘’krizlere bir bütün olarak müdahale edilmesi yerine destek sağlanması’’ düşüncesi ön plana çıkmış bu da NATO içinde ‘’bölgesel krizlere bölgesel çözümlerin aranmasına’’ yol açan bir anlayışın yerleşmesine yol açmıştır.

     Bu anlayışın sonucu olarak, tehlikeden masun zengin Avrupa ülkeleri silahlı kuvvetlerini büyük ölçüde küçültmüşler, savunmaya ayrılan kaynakları sosyal ve ekonomik gelişmelerine aktarma fırsatı bulmuşlardır. Oluşan güvenlik ortamının eşit şekilde paylaşılmaması sonucu, Türkiye ise bulunduğu zor coğrafyada, benzer yeniden yapılanmaları aynı düzeyde uygulayamamıştır.

     Bütün bu gelişmeler içinde NATO, Avrupa-Atlantik bölgesinin başat güvenlik kuruluşu olarak yeni güvenlik ortamının beraberinde getirdiği yeni görevlere de uyum sağlamaya çalışmıştır. Bu bağlamda yeni komuta ve kuvvet yapısı çalışmaları yapılmış, Avrupa-Atlantik bölgesindeki ülkelerle ortaklık kuracak bir genişleme politikası izlenmiştir.

     NATO, bu yeni dönemde, muharebe harekatından insani yardım harekâtına kadar çeşitlilik gösteren çok geniş bir yelpazedeki görevlerle karşı karşıya kalmıştır. Barışı destekleme harekatının alışkın olmadığımız ihtiyaçları ile geleneksel ev sahibi ülke desteği anlayışı sona ermiş, kriz bölgelerindeki halkın beklediği yardımlar nedeniyle NATO, bu konuda da sorumluluk almak zorunda kalmıştır.

     Bu şekilde krizin bulunduğu ülkeye sağlanan araç, gereç, teçhizat ve alt yapı desteğiyle de NATO, nerede ise NATO’nun yeni bir üyesi haline gelmiştir.

     NATO’nun yeni rolü başlangıçta daha çok Balkanlarda hissedilmiş, sonraları bölge dışına da çıkmıştır.

     2004 yılında yapılan İstanbul ve 2006 yılındaki Riga Zirvelerinde, NATO’nun geleceği ve bu arada ilgi ve etki alanının Asya-Pasifik bölgelerine genişletilmesi ile ilgili önemli kararlar alınmıştır.

     11 Eylül terörizmde bir milat değildir. 11 Eylül 2001’deki terörist saldırılar ile, yıllardan beri devam eden terörist faaliyetleri siyasi veya polisiye olaylar olarak niteleyerek kayıtsız kalan ve bu faaliyetlere karşı tedbir almamakta ısrar eden batılı ülkeler, terörün sahip olduğu imkan ve kabiliyetleri çok acı bir şekilde öğrenirken, hiçbir ülkenin terör tehdidinden masun olmadığının da farkına varmışlardır.

     Terör, dünyanın süper gücünün, kendi ana vatanında, ekonomik ve askeri gücünü vurmuş, muhtemelen siyasi gücünü vurma teşebbüsü de akim kalmıştır.

     NATO, tarihinde ilk defa, terörle mücadele için Vaşington Antlaşması’nın kolektif savunmayı ön gören 5 nci Maddesi’ni ilan etmek zorunda kalmış, bu tehdit için teşkilatlanma ve kuvvet geliştirmesi ihtiyaçları ile karşı karşıya kalmıştır.

     Bu noktada biraz geriye dönersek, Soğuk Savaş sonrasında, genel harp tehlikesinin ortadan kalkması ve Avrupa’nın güvenliği için ABD’ye bağlı olma ihtiyacının da azalması ile BAB ve Avrupa Birliği yeniden gündeme taşınmıştır. Böylece, Avrupa güvenliğinden sorumlu hemen hemen aynı ülkelerden meydana gelen ancak bazı üyeleri farklı statülerde olan 3 ayrı kuruluş ortaya çıkmıştır.

     Esas itibariyle Avrupa güvenliğinin bölünmesini engellemek ve Transatlantik bağın Avrupa bacağını güçlendirmek maksadını taşıyan Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nin (AGSK), 1994 Brüksel ve 1996 Berlin Savunma Bakanları toplantılarında NATO içerisinde geliştirilmesine karar verilmiştir.

     AB’nin, 1998’de, AGSP’nin Ortak Dış ve Savunma Politikasının Avrupa bacağı olduğunu söylemesi ile AGSK bir kenara bırakılmış ve NATO dışı bir yapılanmaya yönelmesi ile transatlantik bağında ilk önemli çatlak meydana gelmiştir.

     Avrupa’nın yeni şekillenmekte olan güvenlik mimarisinde, kendisine saygın bir rol verilmesinde ısrarcı olan AB ile NATO arasındaki ilk ciddi çatışma 1999 Vaşington NATO Zirvesi’nde yaşanmış, aynı zamanda AB üyesi olan NATO müttefikleri, NATO’nun sadece 5 inci madde, AB’nin ise geri kalan tüm görevleri üstlenmesinde ısrar etmişler, çetin müzakereler sonucunda, NATO’nun da 5 nci madde dışı görevleri olduğu kabul edilmiştir. Bugün bu bölünme zımnen de olsa devam etmektedir.

     Aslında, NATO’nun 1999 Vaşington Zirvesi ile AGSP arasında hassas bir denge kurulmuş ve Berlin Plus olarak da bilinen düzenlemelerle NATO, kendi imkân ve kabiliyetlerini, bazı koşullara bağlı olarak AB’ye vermeyi taahhüt etmiştir. AB’nin kendi imkan ve kabiliyetlerini geliştirmesinin önlenmesi NATO’nun içinin boşaltılmasına mani olunması bakımından önemlidir. Ancak bu durumun sırf AB kendi imkan ve kabiliyetlerini geliştirmesin diye NATO aleyhine pek çok şeye göz yumulmasına yol açtığı da muhakkaktır.

     AB’nin önümüzdeki dönemde Kosova ve Afganistan’da icraya hazırlandığı sivil AGSP misyonları, NATO ile AB arasındaki iş birliğinin daha anlamlı bir seviyeye taşınması için önemli bir fırsat teşkil etmektedir. Ancak gelinen aşamada, NATO-AB stratejik iş birliğinin üzerinde anlaşmaya varılmış usuller dışına taşınmakta ısrar edilmesi, arzu edilen iş birliğinin kurulmasını güçleştirmektedir.

     Bu noktada bir hususun açıklanmasında yarar görüyorum. Türkiye, çeşitli kesimlerce, NATO-AB arasındaki işbirliğine mani olmakla suçlanmaktadır. NATO-AB Stratejik işbirliği, her iki kuruluş arasında en üst düzeyde varılmış olan anlaşmaya göre, AB’nin aynı zamanda NATO üyesi olan ülkeleri ve ittifak ile güvenlik anlaşması imzalamış ve Barış İçin Ortaklık Programına dahil olmuş diğer üyelerine açıktır. Yani GKRY bu işbirliğine katılamaz. NATO-AB işbirliğinin arzu edildiği gibi işlememesinin altında yatan temel sorunlardan biri, AB’nin işbirliğine GKRY’nin de katılması için ısrarcı olmasıdır. Kısacası GKRY’nin uluslararası anlaşmalara ve hatta AB’nin kendi prensiplerine aykırı olarak üye yapılması ve Kofi ANNAN’ın söylediği gibi Kıbrıs’ta çözüm çabalarını baltalaması hatasının faturası Türkiye’ye ödettirilmek istenmektedir. Teknik bir konu olduğu için bugüne kadar kamuoyu gündemine taşınmamış olan bu meseleyi, asıl konumuz olmadığı için burada bırakıyorum. Ancak güvenlik işbirliği alanında Türkiye’nin yaşadığı sıkıntıların kapsamının bundan çok daha geniş olduğunu ifade etmeden de edemeyeceğim.

     Ayrıca, bazı müttefiklerin, NATO-AB işbirliğinin gelişmesi halinde AB’nin NATO’nun kontrolüne gireceği yolundaki geleneksel endişelerinin, mevcut iş birliğinin daha fazla geliştirilmesi önündeki gerçek engel olduğu da şüphesizdir.

     İki kuruluş arasında günümüzde de devam eden tartışmalarda, NATO’nun etkinliğini artırarak küresel bir örgüt haline gelmeye çalışması, bu kapsamda; Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Kore gibi ülkeleri kapsayacak şekilde çabalarını sürdürmesi öngörülmekte, ancak gene belirli bazı üyelerin çabaları ile, bu girişimin kısıtlanması yönünde bir tutum izlemekte, Ortak Güvenlik ve Dış Politika konsepti gereği bunun AB’nin hakkı olduğu savunulmaktadır.

     Ayrıca, bazı ülkeler de, AB’nin sorumluluğunda olduğuna inandıkları Afrika’ya, NATO’nun müdahil olmasını önlemeye çalışmaktadır. Mesela, NATO’nun amiral gemisi olarak kabul edilen NATO Mukabele Kuvvetinin harekata hazırlık denetlemesinin, Afrika’da bir yerde yapılmasına, NATO içindeki bazı AB ülkeleri karşı çıkmış ve denetleme tatbikatı için başka bir yer seçilmek zorunda kalınmıştır. Kısacası NATO ve AB arasında şiddetli bir dünyayı paylaşım rekabeti yaşanmaktadır.

     Tehditsiz ortam içerisinde Avrupa’nın yeni konumu, ABD ile 1950’li yıllarda kurulan Transatlantik bağını artık zorlar hale gelmiştir. Bu çerçevede bazı Avrupalı Müttefikler; ABD ile ilişkilerin devamına bir itirazları olmamakla beraber, yeniden tanımlanması ihtiyacını bir süreden beri resmen dile getirmeye başlamışlardır.

     Tekrar Vaşington Zirvesine dönersek, AB’nin yeni güvenlik yapılanmasının BAB’ta tesis edilmiş olan mekanizmaların üzerine inşa edilmesi öngörülmüş, böylece, Türkiye gibi AB üyesi olmayan NATO müttefiklerinin, BAB’da kazandığı hakların korunması kararlaştırılmıştır. Ancak AB, AGSP’nin oluşumunda, Vaşington Zirve kararlarını adeta yok saymıştır. Bugün gelinen noktada, Türkiye Avrupa Güvenlik Mimarisi bağlamındaki kazanımlarının nerede ise tamamını kaybetmiştir.

     Bugün gelinen aşamada, Berlin Plus’un uygulanmasında ciddi sıkıntılarla karşılaşılmaktadır. Çünkü krizlere müdahalenin NATO ya da AB’den biri tarafından yapılması gerekirken, günümüzde her ikisinin de aynı anda müdahalede bulunduğu görülmektedir.

     Türkiye, en başından beri AGSP’nin gelişimini samimiyetle desteklemiş, AGSP’nin oluşumuna yansıdaki operasyonlarla önemli katkılarda bulunmuştur.

     Ancak, AB’nin bu katkılara aynı iyi niyetle karşılık verdiğini ifade edebilmek mümkün değildir. AGSP içinde Türkiye 3 üncü ülke statüsünde mütalaa edilmektedir. Bu yanlıştır. Türkiye yarım asra yakın bir süredir AB üyeliği hedefini canlı tutan, AB ile müzakere süreci devam eden ve Avrupa’nın da ötesinde, bölge ve dünya barış ve istikrarına 55 yıldır önemli katkılar yapan bir NATO müttefiki, Avrupa güvenliğinin ayrılmaz bir parçasıdır.

     En azından; NATO üyesi olmayan AB ülkelerine NATO’da ne haklar sağlanmışsa, AB’de de üye olmayan NATO ülkelerine, yani Türkiye’ye de aynı haklar sağlanmalıdır. Ancak ısrarlı taleplerimize rağmen uygulama maalesef böyle değildir ve düzeltmek de mümkün olmamaktadır.

     Değerli Konuklar;

     Kısıtlı bir süre içinde NATO-Ukrayna, NATO-RF ilişkileri, bölgesel güvenlik kuruluşları ile irtibatlar gibi konulara değinme imkanı bulamadım. Ancak çok çeşitli aktörlerin rol almaya başladığı görülen Karadeniz konusuna tek cümle ile olsa da değinmek istiyorum. Karadeniz’de mevcut dengeleri bozmaya matuf ısrarlı çabalar ve Genişletilmiş Karadeniz gibi bölge dışı sorunları Karadeniz’e çekme girişimleri, bölgedeki istikrarı bozabilecek tehlikeli uygulamalar olarak ortaya çıkmaktadır.

     Değerli Konuklar;

     NATO’nun geleceğine yönelik düşüncelerimi açıklamaya devam ediyorum. Yeni güvenlik ortamının gerektirdiği temel sorunların başında, Soğuk Savaş döneminde ittifakça ortak güvenlik mülahazaları ile hareket edilirken, barışı destekleme harekatlarına her ülkenin değişik siyasi ve güvenlik mülahazaları ile yaklaşmaları gelmektedir.

     Bu durum kaçınılmaz olarak arzu edilen dayanışma ve yük paylaşımını sağlayamamaktadır. Ayrıca kuvvet ihtiyaçlarının karşılanmasında da önemli sıkıntılar yaşanmaktadır.

     Bunun nedenlerinden biri masraf paylaşımıdır. NATO namına yapılan harekatların yükünü katılan ülkelerin çekmesi istenmekte, bu da katılım ve katkı için isteksizliklere yol açmaktadır. Türkiye’nin, stratejik ulaştırma, seyyar muhabere teçhizatı, istihbarat gibi bütün NATO için geçerli olan ortak zafiyet alanlarına ait harcamalarının, NATO ortak fonlarından karşılanması yolundaki taleplerine bugüne kadar olumlu bir cevap alınamamıştır.

     Sonuç olarak, NATO’nun gelecekte nasıl bir örgüt olacağının, üyelerin NATO’nun ihtiyaçlarına ne ölçüde ayak uyduracaklarına bağlı olduğu şüphesizdir. Bu düşünceye ilave olarak, ABD’nin kritik askerî yetenek taahhütlerini ne kadar devam ettireceği konusu da önemlidir.

     NATO’nun; daha geniş bir coğrafyada faaliyet gösterme yönündeki çabalarının bir anlam ifade edebilmesi için, bu amaca yönelik imkan ve kabiliyetlerini artırması gerekmektedir. Bunun için öncelikle soğuk savaş yapılanmasını terk ederek, yeniden teşkilatlanma faaliyetlerine devam etmeli ve planlama ve icra usullerini günün şartlarına uygun hale getirmelidir. NATO’nun yeni güvenlik ortamının ihtiyaçlarını karşılamak için başlattığı değişim ve adaptasyon sürmektedir. Bunun için bir komutanlık kurulmuş, özel eğitim veren çok çeşitli mükemmeliyet merkezleri tesis edilmiştir. Bunlardan Barış İçin Ortaklık ve Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezleri Ankara’da olup, uluslararası tanınmışlığa sahiptir. Ayrıca 3 üncü Kor.nun da dahil olduğu Yüksek Hazırlıklı Kolordu Kh.ları, Seyyar Muhabere Taburları kurulmuştur. Bu değişim kararlıkla devam ettiği takdirde, başka bir kuruluşun sağlayamayacağı imkanlara sahip olmasından ötürü NATO’nun, güvenlik alanındaki önemini uzun bir süre daha koruyacağı değerlendirilmektedir.

     Sayın Konuklar, Sn. Gnkur. Bşk. sempozyum açış konuşmalarında, uluslararası kuruluşlar arasındaki işbirliğine olan ihtiyacın altını çizmişler ve bu konuda önemli gayret birliği ve koordinasyon yapıldığını ifade buyurmuşlardır.

     NATO’nun 21 üyesi aynı zamanda AB üyesidir. Tek kuvvet yapısı ve tek savunma bütçesine sahip olan bu ülkelerin, NATO ve AB’ye ayrı ayrı katkıda bulunmalarını beklememek gerekir. Bu durumda iki kuruluştan birinin güçlenmesi ancak diğerinin zayıflaması pahasına olabilecektir. Bu nedenle aradaki rekabetin ve dublikasyonların önlenmesi gerekmektedir.

     NATO ile AB arasında , üyeler arasında bir ayrım yapılmaması, sarf edilen gayretlerin dublikasyona sebep olmaması ve Transatlantik bağın kopmaması için, benimsenmiş olan 3D Formülü (No Duplication-No Decoupling-No Discrimination) bir süre bu ayrışmayı önlediyse de, artık önemini kaybetmiştir.

     Dublikasyon ile ilgili bazı örnekler yansıda sunulmuştur.

     Değerli Konuklar,

     Uluslar arası kuruluşlar belirli kurallara göre çalışırlar. Üzerinde anlaşmaya varılmış kuralların ihlal edilmesi, ileride daha büyük sorunlara yol açacak sonuçlar doğurur, anarşiye yol açar. Bu nedenle NATO ile AB arasında üzerinde anlaşmaya varılmış usullere dayalı bir işbirliğinin her iki kuruluşun da yararına olduğu açıktır.

     NATO’yu veren, AB’yi ise alan oluşumlar terk edilerek imkan ve kabiliyetlerin paylaşılması esas alınmalıdır.

     İşbirliği; yeniden tanımlanmış bir transatlantik bağına dayalı, şeffaf, birbirini tamamlayan, ayırımcı olmayan ve kısıtlı kaynakların hassas bir uyumunun sağlanmış olduğu bir temele oturtulmalıdır.

     NATO ve AB yaşamalarının diğerinin yaşamasına bağlı olduğunu anlamak zorundadır.

     Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.

     


Kaynak: http://www.tsk.mil.tr/10_ARSIV/10_1BasinYayin